BÖLÜM 2
BUGÜNE YANSIMALARI

ÇOK BOYUTLU

iŞÇiLEŞME

BÖLÜM 2
BUGÜNE YANSIMALARI

ÇOK BOYUTLU İŞÇİLEŞME

Geçmişten bugüne işçilik, zanaatkârlar, loncalar; Osmanlı’da lonca teşkilatları ve onların direnişleri; Cumhuriyet’te işçi hareketleri ve sendikalar… Emeğin ve işçiliğin tarihini siyaset bilimci, Tanzimat'tan Günümüze Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi kitabının yazar ve editörlerinden Doç. Dr. Y. Doğan Çetinkaya’yla konuştuk.
Doç. Dr. Y. Doğan Çetinkaya
Siyaset Bilimci

Bir sözlük sorusuyla başlasak: Geçmişten bugüne “işçi” kime deniyor?

İnsanı insan yapan aslında doğayla girdiği ilişki. Bu, düşünce tarihi boyunca filozofların da üstünde durduğu bir konu. Bir yanda her şeyi Tanrı’nın yarattığı ve insanın onun içerisinde devindiği, sorumsuz olduğu bir anlayış varken, diğer yanda da antik çağdan günümüze gelene kadar emek üzerine çok ciddi bir tefekkür var. Emeğe, yani aslında insanın yapıp ettiklerine, özne haline gelmesine, eylemine yaratıcılık atfediliyor. Aslında buradan da emekçi türüyor. Yaratan, dünyayı değiştiren, dönüştüren, etrafını şekillendiren bir insan olarak emekçi ve emek süreci hep var. Ama bizim çağımızda emekçi artık işçi oluyor.

Emekçinin işçiye dönüşüm süreci nasıl oluyor?

Emek ve emekçi kapitalizmde işçileşiyor. Proleterleşme dediğimiz hadise. Kapitalizmde en kaba biçimiyle işçi emeğini ya da teorik olarak daha doğrusunu söylersek emek gücünü satan, emeği meta haline gelmiş insana deniyor. Daha önce insan üretip kendini var ederken bir kullanım değeri üretiyordu. Yani insanların kullanımı için bir değer üretiyordu. Kapitalizm ilk defa bunu değiştirip, değişim değeri için üretim yapmaya başladı. Daha önce değişim yok mu, var. İnsanlar ürettikleri malları ticarete konu etmiyorlar mı, ediyorlar. Ama ticareti yapılan nesne her zaman için kullanım için üretiliyor. Kapitalizmde ise artık kullanılması esas değil. Elbette ki her üretilen malın bir kullanım değeri var yine, ama asıl olarak değişim değeri için üretiliyor. Bu nedenle buna “mal” değil “meta” diyoruz. Kapitalizmin özü meta. “Şeyleşme” de bunun için denir. Her şey satılması için üretilen bir “şey” haline geliyor.

İşçinin emeği de öyle…

Evet. Aslında işin nirengi noktası da bu. İşçinin kendisi de meta haline geliyor. Daha doğrusu işçinin daha önce kendisinden bağımsız olarak düşünülmeyecek olan emek gücü ilk defa piyasada işçiden bağımsız olarak satılıyor. Yine emekçiden ayrı olarak düşünülemeyecek ve ondan fiziksel olarak ayrı bir yerde olmayan üretim aracı da işçileşme ile birlikte emekçiden kopuyor. Emekçinin işçiye dönüşümü işte bu süreç. Daha önce pazar var, değiş-tokuş var ama piyasa yok. İşçileşme, proleterleşme dediğimiz şey ancak bu meta ekonomisinde, piyasa ekonomisinde oluyor. İşte işçileşme de bu: Metalaşmış kendi emek gücünü piyasada satan insan.

İşçi, işçilik, işçi sınıfı tanımlarının hep sanayiyle, fabrikayla, mavi yakalılıkla ilişkilendirildiğine dikkat çekiyorsunuz. Osmanlı ve Türkiye söz konusu olduğunda da aynı sınırlılıkla karşılaşıyoruz.

Çünkü kapitalizmi, kapitalizmin bir aşaması olan endüstriyle eşitliyoruz, ama bu yanlış. Kapitalizmin teknolojiyle bir alakası yok. Daha doğrusu tanımlanmasında esas değil. Sanayi, kapitalizmin tarihi içerisinde kronolojik olarak alt bir dönem. Kapitalizmin ortaya çıkması kabaca 16’ncı yüzyıl. Ama biz kapitalizm dediğimizde 19’uncu yüzyılın sonu ve 20’nci yüzyıl geliyor aklımıza. Sanki geç gerçekleşmiş, gerçekleşmişse de Avrupa ülkelerinde olmuş gibi. Böyle bir önkabul var. Oysa sermaye, kapitalizm bir teknoloji seviyesi değil. Teknolojiyi değiştirip dönüştüren kapitalizmin kendisi, teknoloji kapitalizme içkin değil. Bu nedenle işçiyi teknolojinin bir seviyesiyle tanımlayamayız. Diğer yandan sermayeyi de teknolojiyle değil işçiyle, emekle tanımlayabiliriz. Çünkü sermayeyi yaratan da işçinin kendisi. Sermeye birikiminin de esası, varsa özü işçileşme.

İşçinin, emekçinin sadece endüstride çalışan, mavi yakalı işçi olarak kabul edilmesi bir indirgeme. Böyle tanımlamak yasak değil elbet, isteyen böyle tanımlayabilir. Ama böyle tanımladığınızda bugün olduğu gibi, “işçi sınıfı artık ortadan kayboluyor” dersiniz ve hatta “kapitalizm yok, sanayi sonrası toplumda yaşıyoruz” dersiniz. Çünkü sanayiyle kapitalizmi eşitlemişsinizdir.

İşçinin, emekçinin sadece endüstride çalışan, mavi yakalı işçi olarak kabul edilmesi bir indirgeme. Böyle tanımlamak yasak değil elbet, isteyen böyle tanımlayabilir. Ama böyle tanımladığınızda bugün olduğu gibi, “işçi sınıfı artık ortadan kayboluyor” dersiniz ve hatta “kapitalizm yok, sanayi sonrası toplumda yaşıyoruz” dersiniz. Çünkü sanayiyle kapitalizmi eşitlemişsinizdir.

İşçiyi, işçiliği tarif ederken böylesi bir indirgemecilik nasıl bir çıkmaza neden oluyor?

İşçinin, emekçinin sadece endüstride çalışan, mavi yakalı işçi olarak kabul edilmesi bir indirgeme. Böyle tanımlamak yasak değil elbet, isteyen böyle tanımlayabilir. Ama böyle tanımladığınızda bugün olduğu gibi, “işçi sınıfı artık ortadan kayboluyor” dersiniz ve hatta “kapitalizm yok, sanayi sonrası toplumda yaşıyoruz” dersiniz. Çünkü sanayiyle kapitalizmi eşitlemişsinizdir. Bundan dolayıdır ki bugün teknolojiden bahsedilirken “sanayi ötesi toplum” gibi farklı toplumsal formasyonlarda yaşadığımıza dair bir takım teoriler üretiliyor. Sanki kapitalizmden başka bir aşamaya geçmişiz gibi.

Doğru tanım nasıl olmalı?

Bana sorduğun için bana göre, daha doğrusu benim öğrendiğim belli bir yoruma göre –ki başka türlü düşünmek yasak değil tabii– kapitalizmi daha Marksizan bir şekilde tanımlamamız gerekir. İster 16’ncı yüzyılda toprakta çalışan, çitleme hareketleri zamanında işçileştirilen köylülerin, serflerin proleterleşmesi sonucu ortaya çıkan işçileşme süreçleri olsun, ister kentlerde geç Ortaçağ’da loncalar çerçevesinde çalışan zanaatkârların işçileşmesi. Veya ister 17 ve 18’inci yüzyıllar ile 19’uncu yüzyılın başlarında loncalarda çalışan zanaatkârların bir çatı altında bir araya getirilip iş bölümü çerçevesinde çalıştırılması olsun, ister Sanayi Devrimi’yle fabrikaların ortaya çıkmasından sonra gördüğümüz endüstri işçileri, mavi yakalı işçiler. Ya da ister 19’uncu yüzyılın sonunda ortaya çıkan hizmet sektörü, beyaz yakalı olarak tarif ettiğimiz kesimler olsun… Bunlar sayısız ve sonsuzdur, say say bitmez. İşçileşme biçimleri çeşitlidir. Ama hangi yoldan proleterleşirse proleterleşsin bizim için hepsi işçidir. Pratik ya da somut olarak bu tamamıyla aynı oldukları anlamına gelmiyor. Kentlerde işçileşen insanlar, çırakların işçileşmesi, kalfaların ya da ustaların işçileşmesi, farklı yetenek ve bilgiye sahip insanların işçileşmesi… Emek gücünü piyasada meta olarak satıyor musun, satmıyor musun, esas olan bu.

Burada orta sınıf diye adlandırılan küçük burjuvazi ciddi bir kafa karışıklığına neden oluyor. Mesela bir emekçi olarak zanaatkâr. O da bir üretim aracına sahip. Kendi hesabına çalışmaya devam edip kendi ürettiği ürünü piyasada değişim değeri için sattığı için işçileşmiyor. Çünkü o bir küçük burjuva, bir esnaf. Piyasada kendi üretim aracıyla ürettiği ürünü, ayakkabıyı, kendi dükkânında, pazarda ya da bir esnafa satıyor. Ama eğer üretim üzerindeki kontrolünü kaybetmeye başlıyorsa, orada esnaf olmakla birlikte işçileşme süreci de başlıyor. Bir tüccara, iş verene bağlı olarak çalışmaya başlayabilir. Aletleriyle birlikte bir atölyeye gidip çalışabilir ya da aletlerini rehinde kaybedip emek gücünü, bilgisini, kalifiye özelliğini satabilir. Proleterleşme, işçileşme her zaman bir süreç ve bu sürecin aşamaları, farklı yolları, patikaları biraz kafa karıştırıcı olabiliyor.

Burada loncalara dair bir parantez açsak. Lonca teşkilatlarında yer alan emekçiler bir yandan loncalarını yaşatmak ve “işçi” olmamak için uzun süre direniyorlar. Bu nedenle loncalar işçi mücadelesi ve hareketinde bir engel olarak görülüyor. Ama buna şerhiniz var. Lonca yapısının ve zanaatkârlığa dayanan üretimin işçi mücadelesinin ve daha sonrasında hareketinin oluşmasına engel teşkil etmediğini, aksine bu geleneksel yapının mücadeleyi meşrulaştıran bir yanı olduğunu söylüyorsunuz. Neden?

Kapitalizme gelene kadar kentlerde bütün ekonomi loncalar etrafında örgütleniyor. Kapitalizmde istediğin kalitede ürün üretebilir, piyasada istediğin fiyatla rekabet edebilirsin. İşçi olarak da bu rekabete dâhil olabilirsin. Ancak kapitalizm öncesinde piyasa toplumu olmadığı için böyle şeyler yapamazsın. Ürünün bağlı kalman gereken bir kalitesi ve fiyat düzeyi var. Derler ya hani bu durumu özetlemek için, “fahişelik ve dilencilik bile yapacaksan loncasına gireceksin” diye, bunun dışında bir hareket, “istediğim kalitede, istediğim kadar, istediğim fiyata” anlayışıyla üretim yapmak her şeyden önce ahlaksızlıktır. Yani bir “ahlak ekonomisi” var. Kapitalizmde en büyük isyanların hep “ahlaktan” çıkması ya da “haysiyet” mevzusunun önemi de hep bundandır. Geçmişten gelen bir bakiyedir.

Kapitalizm ortaya çıktığı zaman loncalar etrafında örgütlenen yapı çatlıyor. Çünkü meta üretilmeye başlanıyor. Zanaatkârın kendisi artık kullanım değeri için değil, satmak, kâr etmek için üretiyor. Ustanın çırak ve kalfaya bakışı değişiyor. “Daha az para vereyim, daha çok üreteyim” diyor. Rekabet başlıyor. Patronlaşmaya, sermayedarlaşmaya, malını ürettirdiklerini de işçileştirmeye başlıyor. O zaman çıraklar rahatlıkla kalfa olamıyor, kalfalar ustalaşamıyor. Buna karşın sermayedarlar loncaları sevmiyor. Çünkü lonca aynı zamanda bir örgütlülük. Loncaların daha önceki “ahlaki” anlayışı bir sendika gibi işlemeye başlıyor. İçindeki insanlar, “Hop, bunu yapamazsın, bu ahlaksızlık, buna direniriz” diyor. Onun içindir ki, 19’uncu yüzyılda ilk sendikalar aslında loncalar oluyor. Çünkü insanlar az önce bahsettiğim “ahlaka” sarılıyor. Aslında loncaya sarılma bir insanlık talebi. Örgütlülük, bir arada hareket etme talebi. Loncalar, özellikle dayanışma sandıklarıyla sendikavari bir olanak sunuyor. 

Osmanlı’da loncaların direnişleri 18’inci yüzyıl boyunca çeşitli kentlerde hep var. Fakat işçileşme, proleterleşme süreçleri daha çok 19’uncu yüzyılda, 1870’lerden sonra görünür hale gelmeye başlıyor. Bu da tesadüf değil. 1848’den sonra 1871 Paris Komünü çevresinde ilk defa modern sendikaların, siyasal partilerin Avrupa’da ortaya çıktığını görüyoruz. Osmanlı’da da ilk kıvılcımlar 1870’lerde ortaya çıkıyor.

Osmanlı’da loncaların direnişleri 18’inci yüzyıl boyunca çeşitli kentlerde hep var. Fakat işçileşme, proleterleşme süreçleri daha çok 19’uncu yüzyılda, 1870’lerden sonra görünür hale gelmeye başlıyor. Bu da tesadüf değil. 1848’den sonra 1871 Paris Komünü çevresinde ilk defa modern sendikaların, siyasal partilerin Avrupa’da ortaya çıktığını görüyoruz. Osmanlı’da da ilk kıvılcımlar 1870’lerde ortaya çıkıyor.

Osmanlı’da loncaların durumu nasıl, direniş hareketleri nasıl seyrediyor?

Osmanlı’da loncaların direnişleri 18’inci yüzyıl boyunca çeşitli kentlerde hep var. Fakat işçileşme, proleterleşme süreçleri daha çok 19’uncu yüzyılda, 1870’lerden sonra görünür hale gelmeye başlıyor. Bu da tesadüf değil. 1848’den sonra 1871 Paris Komünü çevresinde ilk defa modern sendikaların, siyasal partilerin Avrupa’da ortaya çıktığını görüyoruz. Osmanlı’da da ilk kıvılcımlar 1870’lerde ortaya çıkıyor. Bir yandan işçi hareketleri bir toplumsal hareket olarak, grev hareketi olarak ortaya çıkıyor. Diğer yandan, grevlerin ya da isyanların olmadığı yerlerde emekçilerin loncalar etrafında harekete geçtiklerini, örgütlendiklerini görüyoruz. Loncalar çarpışma alanı oluyor yani. Siyasi veçhesi de olan, düzenlenmiş bir alan olduğu için onun yöneticilerini devlet atamak istiyor. Çalışanlarsa yönetimi kendileri belirlemek istiyor. Burada çatışma, mücadele ortaya çıkıyor. 

Örneğin loncaların kâhyaları, kethüdaları var. Yöneticileri yani. Bunları devlet de atayabiliyor, bunlar emekçilerin arasından da çıkabiliyorlar. Ama her halükarda genelde işçilerin sömürüsünde rol oynayan parazitler. İşçiler ise bunlara rağmen loncanın getirdiği geleneksel bir arada durma, örgütlülük olanağını kullanıyorlar. Dayanışma sandıkları bir çatışma durumunda ayakta durmalarını sağlıyor. Sektörel de olsa büyük bir nimet. Ama sektörel olması bugün sendikalarda olduğu gibi belli sınırlılıkları da arttırıyor elbette. Örneğin 1908 grev dalgasında ve sonrasında eğer işçiler bir sendikal yapı kuramamışlarsa lonca halinde hareket ediyorlar. Çünkü devlet ve kolluk gücü de bu geçmişten gelen meşru yapıyı dikkate almak zorunda.

20’nci yüzyılın başlarında, 1908’de, 1910’larda loncaları bir işçi örgütlenmesi olarak hâlâ canlı bir şekilde görüyoruz. Genelde duyanlara çok geç bir tarih gibi geliyor ama oysa bir yapı ve teşkilat olarak varlar. Çünkü işçiler “modern” bir işçi hareketi olarak yani sendikal olarak ortaya çıkamadıkça –ki onu da deniyorlar– hep loncaları kullanıyorlar. Çünkü değişip dönüşse de loncalar bir “ahlak hareketi” ya da “ahlaki düzen” olarak orada duruyorlar. Burada bir idealden bahsetmiyorum tabii. Kendi içinde işçiler, emekçiler için birçok olumsuzlukları da var. Bu aslında aynı zamanda bir referans noktası gibi kullanılan bir gerçeklik, kapitalizmin yıkımı ve sömürüsü karşısında yakın geçmişten bir tutanak. Devlet de, şirketler de onu bir şekilde kabul etmek zorunda kalıyor. İşçilerin geri çekildikleri bir mevzi olarak düşünebiliriz loncaları. Ama işçiler sokak eylemi ya da grev yapan bir şekilde gündeme gelmek için loncalardan kopup daha modern anlamda sendikaları ortaya çıkartmaya başlayacaklar.

İşçileşme, Marx’ın dediği gibi, insanın insan olmaktan çıkmasıdır. İşçi, en mükemmel halinde köleye yakındır. Normal olarak insanlar işçileşmeye direnmeye çalışıyorlar, işçi olmamaya çalışıyorlar. Proleterleşme sürecinin esası bu. Proleterleşme süreci emekçilerin direndikleri ama karşı koyamadıkları bir süreçtir.

İşçileşme, Marx’ın dediği gibi, insanın insan olmaktan çıkmasıdır. İşçi, en mükemmel halinde köleye yakındır. Normal olarak insanlar işçileşmeye direnmeye çalışıyorlar, işçi olmamaya çalışıyorlar. Proleterleşme sürecinin esası bu. Proleterleşme süreci emekçilerin direndikleri ama karşı koyamadıkları bir süreçtir.

Loncalardan kopuş ve Erken Cumhuriyet’te işçilerin durumuna gelmeden önce, loncalarla günümüz arasında bir köprü kursak. Bugün “esnaf kurye” diye bir şey var. Bir nevi lonca teşkilatlarındaki hamalların “modern” versiyonu. Bugün bir kuryenin “esnaf” olma arzusu ile “işçiliğe” direnme hali loncalarınkiyle birtakım paralellikler taşıyor mu sizce?

Evet, o kurye belli bir açıdan esnaf. Esnaf özellikleri gösteriyor. Kendi aracı var, firmayla bir esnaf gibi ilişki kurmaya çalışıyor. Özerk olmak, kendi işinin sahibi olmak istiyor. Peki neden? Çünkü hiçbir insan evladı işçi olmak istemez, herkes işçileşmeye direnir. Çünkü işçileşme, Marx’ın dediği gibi insanın insan olmaktan çıkmasıdır. İşçi, en mükemmel halinde köleye yakındır. Normal olarak insanlar işçileşmeye direnmeye çalışıyorlar, işçi olmamaya çalışıyorlar. Proleterleşme sürecinin esası bu. Proleterleşme süreci emekçilerin direndikleri ama karşı koyamadıkları bir süreçtir. Onun için her noktada bunun dışına çıkmaya çalışırlar; çalışmamaya çalışırlar, üretim araçlarını kırarlar, kaçarlar, belli bir süre çalışıp ondan sonra uzaklaşırlar, bahis oynarlar, köyündeki toprağına çalışmaya giderler. Sadece ek gelir için değildir bu gidişler mesela.

Esnaf ne yapar, esnaf gibi hareket eder. Şirket karşısında esnaflık kabiliyetinde güçsüzse, pazarlık gücü düştüğü oranda işçileşir, esnaflıkla işçileşme arasında gidip gelir. Proleterleşme süreci dediğimiz de bu. Biteviye bir süreç. Bir insan işçi olduğu zaman o süreç durmaz. Kapitalizmin en önemli özelliği bu zaten. Kapitalizm sürekli bir proleterleşme sürecidir. İşçiyi dahi tekrar işçileştirir. Kurye de işçileşiyor. Fırın sahibinin işçileşmesi gibi. Esnaf olarak ilişki kurmak istiyor ama firma kârını arttırmaya çalıştığında onun yaptığı işi proleterleştirmeye çalışıyor ki daha fazla kâr etsin, daha doğrusu artık çeksin. Ne yapacak, kendi şirketinde bordrolu olarak işe alacak. Altındaki motosiklet şirketin olacak. O da artık “mükemmel işçi” olacak. Doğal olarak esnaf ile mutlak işçilik arasında proleterleşme sürecini yaşayan biri olacak. Bir insan ya orada ya burada olmak zorunda değil bu süreç içinde. Bizim kafamızı karıştıran o aradaki konum ya da süreç zaten bu tür örneklerde.

Nasıl?

Yani kendi motoruyla esnaf gibi davranmaya çalışan kişi esnaf ile işçilik arasında bir yerlerde, teorik olarak gri alanda. Aslında proleterleşme sürecinde. Onlar tam arada işçileşme sürecini yaşayan insanlar. Bana sorarsan, teoriyi itikat haline getirmezsen, pratik olarak o aradakiler de işçi. Ama diğer yandan pratik anlamda sosyal gerçeklik de basit bir şey değil. Yani teorik namusu kurtarmak için “o da işçi” demiyorum. Meselenin özü itibarıyla işçi. Ama aynı pratik sürecin farklı gerçeklik düzeyleri de var. Çünkü örgütlenmesi, bilinci, kültürü farklı oluyor haliyle. Bu yüzden bir fabrika grevinden başka türlü direnişler hatta isyanlar ortaya çıkabiliyor.

Türkiye’deki esnaf kuryeler 2022’nin ilk günlerinde bayrak kaldırmıştı. Aslında “esnaflıkları” elden gittiği oranda, bir “patron” olmadıklarını zaten bilseler de bununla ayan beyan yüzleştikleri oranda, daha insani çalışma şartları için iş bırakmışlardı.

Burada bir diğer husus da gündeme gelebilir. İşçileşme sadece yapısal bir sürecin sonucu değildir. Yani “kapitalizm oluştu ve işçiyi doğurdu” gibi tek yönlü bir ilişki yoktur. İşçiler de kendi oluşumlarının öznesidir. Bu nedenle sınıf oluşumu durağan bir toplumsal pozisyonun ürettiği yapısal bir sonuç değil, hareket halinde hakiki bir toplumsal ilişkidir. İşçi sınıfının yapısal konumu ve dolayısıyla sınıf karşıtı ile kurduğu ilişki ve buna dair sahip olduğu bilinç, farkındalık, kültür, eylem onun nasıl bir işçi olduğunu da belirler. Dolayısıyla her meselede olduğu gibi sınıfa da total yani bütüncül bakmak elzemdir. Öznellik, faillik ve sınıfın kendi kendini yaratmasından bahsettikten sonra bu eylemliliğin toplumsal bir hareket halini alması da bir toplumsal ilişki olarak sınıf oluşumunun bir başka yönüdür. 

İşçi sınıfı modern tarih boyunca en başta gelen toplumsal hareketlerden birini oluşturur. İşte akademik çalışmalar da uzun bir süre aslında bir toplumsal hareket halini almış örgütlü işçi hareketi, sendikalar üzerine kurulmuştur. İşçi sınıfı üzerine çalışmalar bu hareketlerin bir tarihi olagelmiştir. Ama aslında işçi hareketleri sendika gibi kurumsal bir çatı dışında, kurumsallaşmamış toplumsal ağlar içinde de eyleyebilmiştir. Örgütlü bir hareket olmanın yanında kendiliğinden ve insiyaki olarak ortaya çıkan kolektif tepki biçimleri de yaratmıştır. Onun için işçileşme süreçlerinin bu kendiliğinden tepkileri ya da farklı eylemlilikleri de çok yaygındır. Ben kurye işini böyle görüyorum. 

Bunun yanında unutmayalım, hareket halinde olmayan, eylem yapmadığı durumdaki işçi sınıfının genel durumu veya özellikleri yani yedikleri içtikleri, nerede nasıl hangi şartlar altında çalıştıkları, gündelik hayatları, aşkları, rüyaları, cinsiyet ilişkileri, üretim dışındaki hayatları vs. de onların nasıl işçileştiklerini belirler. Özellikle onların bilinç seviyeleri, davranışları ve kültürleriyle ilgileniyorsanız.

Peki, sendikal hareketin başlıca alanları neler oluyor?

Osmanlı’dan gelen miras baki. Cumhuriyet tarihinde Osmanlı’da olduğu gibi hemen hemen her sektörde işçileşme yaşanıyor. Küçük sayılar halinde yaşandığı zaman elbette ki Almanya’da 19’uncu yüzyıldaki Sosyal Demokrat Parti’yi yaratan cesamette olmadığı için öyle bir sonuç arz etmiyor. Ama bu olmadığı anlamına gelmiyor. Sadece ölçüsü küçük. Bu yüzden daha mütevazı boyutlarda kalıyor. 

Yeni kuşak çalışmalar şemsiye, döşemeci, mücellit, terzi, doğramacı, berber, eczacı, duvarcı, marangoz, fırın, dülger, mobilya, taşçı, ekmek, kundura, bira, sandalyeci, demirci gibi zanaatkâr işçilerin nasıl protelerleştiklerini, ne gibi örgütlenme faaliyetlerine giriştiklerini, ne tür eylemlilikler gerçekleştirdiklerini ve hangi radikal fikirlerin kitleselleşmesi için mücadele verdiklerini açığa çıkarmaya başladı. Tütün gibi halıcılık ve dokuma endüstrisi olmak üzere tekstil sektörünün farklı alanları, yine tarıma dayalı sanayinin önemli unsurlarından bir tanesi olan zeytinyağı ve sabun imalathaneleri ve mağazaları, tarıma dayalı sanayinin yanında cam, kâğıt, seramik, kibrit, deri (tabakhane ve debbağhaneler) gibi sektörler, madenler ve maden işçiliği, liman ve rıhtım işçileri, demiryolu çalışanları, şehir içi ulaşım işçileri, Şirket-i Hayriye, Seyr-i Sefain, tramvay, tünel işçileri, hamal, mavnacı, salapuryacı gibi liman işçileri, kentsel dönüşüm ile kentin aydınlanması, elektrik vb. sektörde çalışan işçiler, geleneksel yapı ve tuğla fabrika işçileri, dönüşen kamusal alanda kamuoyunun en önemli kürsüleri olan gazete ve kitapların yaygınlaşması ile matbaa işçileri ve mürettipler, kentlerde yine yaygınlaşan ticarethanelerinde çalışan ücretliler ile kamu hizmeti sayılan birçok hizmette “memur” niteliği taşıyan işçilerin sayısı da muazzam bir artış gösterecekti. Belediye işçileri ve temizlik işlerinde çalışanlar, yine kent içi taşımacılıkta çok önemli bir kesim olan arabacılar, hızla ticarileşen ve hızla kapitalist işletmeler olarak ortaya çıkan eğlence sektörü yani oteller, kahvehaneler, lokantalar, gazinolar ve birahaneler ve burada çalışanlar. Yine posta, telgraf gibi alanlarda çalışan işçiler. Osmanlı ve cumhuriyet tarihi boyunca sendikal hareketin başlıca alanları bunlar.

Erken Cumhuriyet döneminde Türkiye’de işçinin durumunun bir resmini çizer misiniz?

Literatür olaya daha çok endüstri-sanayi bağlamında yaklaştığı için bize şöyle bir hikâye anlatılır: “Osmanlı’da işçi sınıfı ve sanayi zaten yoktu, bu Cumhuriyet’te başladı. Bunu da devlet Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) ile kurdu. Şeker fabrikaları, dokuma fabrikaları, madenler, demir çelik fabrikaları vs.” Ve derler ki: “Bunları devlet kurduğu için, bunlar KİT olduğu için işçi sınıfı burada ortaya çıktı. İşçiler burada ortaya çıktığı ve bu yerlerin sahibi de devlet olduğu için işçiler bizim bildiğimiz anlamda, Avrupa’da gördüğümüz gibi değil, memur zihniyetli işçilerdi. Onun için devlet babayla da çok mücadele edemediler, o da biraz ‘babalığını’ gösterdi tabii, bazı haklar verdi, onun için Türkiye’de sınıf çatışması ortaya çıkmadı.”

Bu tamamen saçmalık tabii. Çünkü bir kere 20’nci yüzyıl başında KİT’ler dünyanın her yerinde yaygınlaşıyor zaten. ABD’de, Almanya, İtalya ya da Fransa’da bunları görüyoruz. Devletin tek parti otoriterliği, faşizan eğilimleri, korporatizm ve tekelci kapitalizm şeklinde sermayenin temerküz etmesi de 1929 Buhranından sonra bütün dünyada görülüyor. Buralarda bir sanayi işçiliğinin ortaya çıktığı vaka. 19’uncu yüzyılda olduğu gibi 20’nci yüzyılda da bu topraklar evrensel dünya tarihinin bir parçası. Ama sadece bu yok. Osmanlı’dan gelen bir miras var. Hemen hemen bütün sektörlerde işçileşme ve meta ekonomisi Osmanlı’nın 19’uncu yüzyılında zaten yaygınlaşmıştı. Onun için işçiler her yerdelerdi; tarım işçileri var, mevsimlik işçiler var, sürekli işçiler olarak toprakta işçileşme var, liman kentlerinde özellikle liman işçiliği var, hizmet sektöründe, bankacılıkta, sigortacılıkta, kent ekonomisinde küçük burjuvazinin işlettiği mağazalarda, her yerde varlar. Bir kent ekonomisi var yani. Evet, Almanya’da binlerce işçinin çalıştığı fabrikalardaki gibi bir durum çok yaygın değil. Ama 20’nci yüzyıl başında Avrupa’da da hâkim egemen işyeri değil. 

Küçük üretim ve hizmet sektöründe çalışan insan sayısı her zaman büyük sanayi plantasyonlarından fazladır. Ama bu önemli değil. Biz miktara, hacme bakmıyoruz. Nitel dönüşüme bakıyoruz. Baktığımız şey işçileşme. Nerede, hangi sektörde çalıştığı, hangi işi yaptığı önemli değil. Bir avukat, doktor, muhasebeci, gazeteci, öğretmen serbest meslek erbabı olabildiği, hatta toplum içinde muteber kanaat önderi bir kişi de olabildiği gibi, günümüzdeki gibi şirketlerde çalışan, sayıları inanılmaz artmış ve artık işçileşme sürecinin içinde bulunan bir kişi de olabilir. Onun için Osmanlı’da farklı sektörlerde, farklı alanlarda yaygın bir işçileşme var. Ama herkes aynı şekilde tornadan çıkmış gibi mavi yakalı olarak işçileşmiyor. Dediğim gibi, bu Almanya’da da böyle yaşanmıyor zaten. Avrupa tarihindeki bu gelişme Osmanlı İmparatorluğu için de geçerliydi.

İşçileşme sürecinin tek bir biçimi, rotası veya türü yok. Proleterleşme çalışılan sektör, yaşanılan bölge, konuşulan dil, inanılan din, gelinen yaş, mensup olunan jenerasyon, sahip olunan toplumsal cinsiyet, varsayılan etnik aidiyet gibi birçok değişkene bağlı olarak farklı şekillerde tecelli edebilir.

İşçileşme sürecinin tek bir biçimi, rotası veya türü yok. Proleterleşme çalışılan sektör, yaşanılan bölge, konuşulan dil, inanılan din, gelinen yaş, mensup olunan jenerasyon, sahip olunan toplumsal cinsiyet, varsayılan etnik aidiyet gibi birçok değişkene bağlı olarak farklı şekillerde tecelli edebilir.

Loncalardan sendikalara geçiş nasıl oluyor? Az önce “işçileşme yapısal bir sürecin sonucu değil” dediniz ama bu geçiş işçilik bilincinde bir dönüşüme neden oluyor mu?

Tabii Cumhuriyet’te en temel değişim demografik. Artık milyonlarca insan, işçi yok. Yani soykırım, mübadele, etnik temizlik var. Karanlık demografi mühendisliği birçok yerde olduğu gibi Türkiye’de de işçi sınıfı tarihini derinden etkiliyor. Müslümanlaştırıyor. Bilinç meselesine gelirsek. Demin değindiğim gibi, bilinç ve kültür işi biraz karışıktır. Çünkü diğer şartlara ve etkenlere de bağlı. Bu sebeple işçileşme süreci tek tip bir insan yaratmaz. Garip bir şekilde böyle bir beklenti, varsayım ve hatta inanç vardır. Çok yaygın ama yersiz bir beklentidir bu. Özellikle Marksizm nüfusun önemli bir kısmının proleterleşeceği öngörüsünde bulunduğu için birçok kişi bu işçilerin toplumda tek tek ya da grup grup tek tip olacağını düşünmüştür. Oysa işçileşme sürecinin tek bir biçimi, rotası veya türü yok. Proleterleşme çalışılan sektör, yaşanılan bölge, konuşulan dil, inanılan din, gelinen yaş, mensup olunan jenerasyon, sahip olunan toplumsal cinsiyet, varsayılan etnik aidiyet gibi birçok değişkene bağlı olarak farklı şekillerde tecelli edebilir. Hatta eder. Dahası işçileşmenin belli bir tür bilinç ve kültür yaratması gerektiği boş bir beklentidir. Sınıfsal konum ile doğrudan belirlenen tek bir siyaset ve kültür formu yoktur. Bu iddia genellikle Marksizmin karşıtları tarafından eleştirdikleri düşünceye yapılmış bir atıftır. Yani bunu ifade eden ergen, odun çok solcu bulunur tabii ama yine de bu ekole bunu atfetmek haksızlıktır.

Yani loncalardan sendikalara çizgisel bir geçiş yok…

Kapitalizm bir kere ortaya çıktıktan ve hâkim üretim tarzı olduktan sonra farklı toplumsal ilişkiler onunla eklemlenir. Yani özgür ücretli emeğin yanında hiç de marjinal düzeyde kalmayan üretim ilişkileri yaşayabildiği gibi, kölelik gibi olgular bizzat kapitalizm tarafından yeniden kullanıma sokulabilir. Bu nedenle kapitalizmin tarihi boyunca özgürlükleri kısıtlanmış emekçiler, askerler, senet ve borçla köleleştirilmiş işçiler, plantasyonlara tıkılmış köleler, mahpuslar ya da tam tersi yeteri kadar çalışma imkânı bulamayan part-time işçiler ya da işsizler, pasaportlarına el konularak çalıştırılan göçmenler işçi sınıfının içinde hep var olmuştur. Marjinal değillerdir. Bütün bu farklı etkenler farklı bilinç ve hareketlerin ortaya çıkmasına neden olur. Yani loncalardan sendikalara çizgisel doğrudan bir geçiş ve belli bir bilinç seviyesi kendiliğinden ortaya çıkmamıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarına tekrar gelirsek…

Türkiye’de çok büyük sanayi plantasyonları genelde 1930’larda yapılan KİT’ler. Bunlarda devletin izin verdiği sendikalaşma oluyor, diğer yerlerde, özellikle küçük üretimin hâkim olduğu yerlerde ise sendikasızlık oluyor. 1930’larda İstanbul Mahmutpaşa piyasasında örneğin ya da Gedikpaşa’daki, bugün merdiven altı kabul edilebilecek üç-beş işçinin çalıştığı atölyelerde. Yaygın olan küçük üretim ile devlet yatırımında ortaya çıkan büyük fabrikalarda önemli farklılıklar var. Büyük dokuma, şeker fabrikalarında ortaya çıkan mavi yakalı işçileşme süreci ayrıntılarına daha yeni yeni vâkıf olsak da daha fazla tahmin edebildiğimiz bir hikâye. Diğerleri ise çok bilmediğimiz bir alan hâlâ. Ama örneğin 1920’lerde gördüğümüz işçilerin toplumsal hareketlilikleri hâlâ zanaatkâr özellikleri olan işçilerden geliyor. Arabacılar, ayakkabıcılar, matbaa işçileri vs. gibi. Büyük fabrikalarda işçiler taleplerini, tepkilerini daha formel yollardan gösteriyorlar. 1950’lerde bu durum kırılmaya başlayacak.

1950’lerde özel sektörün büyük yatırımlara başladığını görüyoruz. Palazlanan sanayi burjuvazisi 50’lerde büyük yatırımlara başlıyor. Yabancı şirketlerle ortaklıklar başlayacak. 1960’larda DİSK bunun sonucunda ortaya çıkacak zaten. TÜRK-İŞ büyük oranda kamu sektöründe örgütlenen bir sendikayken, daha önce bağımsız, küçük küçük var olan bölgesel sendikalar 1960’larda DİSK’i yaratabilecekler.

O kırılmalar nasıl yaşanıyor?

1950’lerde özel sektörün de büyük yatırımlara başladığını görüyoruz. Palazlanan sanayi burjuvazisi 50’lerde büyük yatırımlara başlıyor. Yabancı şirketlerle ortaklıklar başlayacak. 1960’larda DİSK bunun sonucunda ortaya çıkacak zaten. TÜRK-İŞ büyük oranda kamu sektöründe örgütlenen bir sendikayken, daha önce bağımsız, küçük küçük var olan bölgesel sendikalar 1960’larda DİSK’i yaratabilecekler. Çünkü özel sektör de sanayide belli bir büyüklüğe gelecek. Bu eskiden olmadığı anlamına gelmiyor. İstanbul’da, orada burada sendikacılık hep var. 1946 sendikacılığı mesela, niye izin verildiği zaman hızlı bir sendikal hayat ortaya çıkıyor, çünkü o dinamik hep olduğu için.

60’larda sektör çok büyüyor, bunlar siyasi olarak, bağımsız olarak ifade etmeye başlayacaklar kendilerini. DİSK’in ortaya çıkması bu birikimin sonucu. 1950’lerin sonundan itibaren ve sonra 1960’larda büyük mitinglerin yapılmaya başlanması ve özellikle sokağa çıkılması bunun bir sonuncu. 60’larda aynı zamanda toprak işgalleri de var. Yine çok bilinmeyen, unutulan hususlar. Bize Türkiye’nin köylü ve memur toplumu olduğu anlatıldı liberaller tarafından. Yine köylerdeki işçileşme süreci, kendi toprağında çiftçi olma özelliğini kaybeden insanlardan bahsedilmedi. Toprak işgalleri çok önemliydi. Yine işçileşme sürecinde köylü-işçi ya da işçi-köylü dediğimiz durumun 20’nci yüzyılda ne kadar evrensel olduğu üzerinde çok durulmadı.

Son söz?

İşçileşme sürecinin farklı aşamaları, evreleri, biçimleri var. Ama metalaşma, işçileşme, proleterleşme bugün dünya çapında çok üst noktada yaşanıyor. Bilinç ve kültürel özellikler çok farklı çeşitlilikler göstermeye devam ediyor ve edecek. Kapitalizmin esasının her şeyin metalaşması, piyasanın konusu haline gelmesi, insanın insanlıktan çıkması olduğunu söylemiştik. Bu bugün üst düzeyde yaşandığı için iki alternatif var: ya sosyalizm ya barbarlık. Biz barbarlığa yakınız. Bu da insanlığın kendi kendini imhası demek. Bunun için ekolojik bir krizle de karşı karşıyayız. Bunları bize yaşatan metalaşma ve işçileşme sürecinin çok boyutlu olması. 

20’nci yüzyılda ev-işyeri ayrıldı. Sömürüldüğü yere gitmek zorunda kaldı işçi. Ama şimdi öyle bir düzeyde ki, kaçamıyoruz. Bilgisayar ve telefonla evin içine girmiş durumda bu süreç, daha doğrusu o iki alet ile bunun farkına varıyoruz. Kaçamıyorsun. Doğaya kaçamazsın, çünkü kapitalizm doğayı da yok etti. Eskiden vardı, kaçabilirdin, dağlarda yaşayabilirdin, sistemden kaçabilirdin, evsiz olabilirdin vs. Artık bu yok. En üst düzeyde yaşanıyor yıkım.

İÇİNDEKİLER

FASİKÜL 1: GİG EKONOMİSİ
Kompleks'in ilk fasikülünde gig ekonomisini derinlemesine inceliyoruz. Tarihsel süreçten kapsadığı iş kollarına; ekonomi-politiğinden işçi portelerine, güvencesiz çalışmanın yansıdığı güncel alanlara odaklanıyoruz.
BÖLÜM 1
GİG EKONOMİSİ 101
BÖLÜM 2
BUGÜNE YANSIMALARI
BÖLÜM 3
İNSANA YANSIMALARI
BÖLÜM 4
KÜLTÜRE YANSIMALARI
BÖLÜM 5
GELECEK

KOMPLEKS BÜLTENİNİ TAKİBE ALIN!​