BÖLÜM 1
GİG EKONOMİSİ 101
İşler değişirken:
Gig Platform Güvencesizlik Ekonomisi
Gig ekonomisi olarak adlandırılan ve ağırlıklı olarak internet üzerinden kısa süreli, ‘iş başına’ ücretlendirmeyle yürüyen bu çalışma modeli; konunun uzmanlarına göre, 2025 yılına gelindiğinde bütün istihdamın üçte birini kapsayacak. Ne var ki işin karanlık yüzü de aslında gün gibi ortada!
GRAFİK: Meriç YİRMİLİ
GRAFİK: Meriç YİRMİLİ
BÖLÜM 1
GİG EKONOMİSİ 101
İşler değişirken:
GİG PLATFORM GÜVENCESİZLİK
GİG PLATFORM GÜVENCESİZLİK EKONOMİSİ
EKONOMİSİ
Gig ekonomisi olarak adlandırılan ve ağırlıklı olarak internet üzerinden kısa süreli, ‘parça başı’ işlerle yürüyen bu yeni iş modeli; konunun uzmanlarına göre, 2025 yılına gelindiğinde bütün istihdamın üçte birini kapsayacak. Ne var ki işin karanlık yüzü de aslında gün gibi ortada!
NEDİR?

Dev bir iş havuzu

Çağın getirdiği yeni teknolojiler, dijitalleşme, globalleşme gibi kavramlar gündelik hayatımızın her alanında hissediliyor; ekonomi ve iş hayatı da bu değişimden payını alıyor. Sabah 9 – akşam 5 işler, ofisler, plazalar, kadrolu çalışan kalabalıklar değişiyor. Yeni nesil bir çalışma düzeni ve bunun getirdiği yeni bir iş piyasası, iş kültürü ve ekonomi modeli olarak özetlenen gig ekonomisi en sade haliyle; serbest çalışanlar ile bu kişilerden belirli bir süre için belirli bir iş talep eden müşterileri dijital platformlar üzerinden buluşturan bir ekonomi modeli olarak tanımlanıyor. Bu alanda en ünlü örnek olan ve taşımacılık hizmeti sağlamasıyla tanınan Uber dijital platformu üzerinden, sistemin işleyişini basitçe şöyle özetleyelim: Siz Uber uygulamasını telefonunuza indirip taksi çağırdığınızda kendine ait aracıyla sizi almaya gelen kişi serbest çalışan, siz ise belirli bir süre için taşımacılık hizmeti talep eden müşterisiniz. Buluşmanızı ve işin gerçekleşmesini sağlayan Uber de iki tarafa aracılık eden ve bu işten komisyonunu alan dijital platform. Türkiye’de yaygın kullanılan ve bireyi, evde tadilat olacaksa tesisat ustasıyla, şirketinize bir web sitesi kuruyorsanız bir web tasarımcısıyla, tezinizi çevirtmek istiyorsanız bir çevirmenle, markanızın amblemini tasarlamak istiyorsanız bir grafikerle bir araya getiren Armut uygulaması da aynı sistemle çalışıyor. Bunlar gibi dünya genelinde sayıları hızla artan pek çok benzer dijital platform, her alandan çalışanları bünyesine toplayan dev bir havuza dönüşüyor. Haliyle içinde bulunduğumuz hızlı dijitalleşme sürecinde kimi kendi isteğiyle kimi zorunluluktan birçok insan da uzmanlıkları, yetenekleri ve becerileriyle bu dijital sistemde yerini alıyor. Bugün ‘paylaşım ekonomisi’, ‘talep yönlü ekonomi’, ‘işbirlikçi ekonomi’, ‘platform ekonomisi’, ‘freelance ekonomi’ gibi çeşitli isimlerle de anılan gig ekonomisi insan kaynaklarını internete taşıyor.

ÇIKIŞ NOKTASI

Müzisyenlerden tüm iş kollarına yayıldı

Gig kelimesi, İngilizce’de kısa süreli, bitiş tarihi belirli olan bir iş anlamına geliyor. Basitçe ‘parça başı iş’ olarak da tanımlanabilir. Kelimenin kökeninin izlerini 1900’lü yılların başına kadar takip etmek mümkün. Gig kavramı ilk kez 1890’da dillendiriliyor. Amerikan Argo Tarihi sözlüğüne göre ‘gig’ kelimesi; ‘gag’ kelimesinden türeyerek o yıllarda ‘çeşitli eylem veya davranışlar; uygulama, iş, yöntem vs.’ anlamlarına karşılık kullanılıyor. 1908’de ise bu terim Frederick Ernest Green’in kitabında ilk kez ‘parça başı çalışma’yla ilişkilendiriliyor. 1920’lerdeyse caz müzisyenlerine yönelik olarak ‘tek seferlik’ performans anlamında kullanımı yaygınlaşıyor. Kafe, bar veya salon gibi mekânlar tarafından belli bir süre çalmaları için tutulan caz müzisyenlerinin aldıkları bu tek seferlik işler ‘engagement’ (sözleşme) kelimesinin kısaltılmışı olan ‘gig’ kelimesiyle anılıyor. Nitekim, bugün müzik dünyasında küçük mekanlardaki canlı performansları tanımlamak için hâlâ kullanılmakta. 

Yüz yıl önce müzik endüstrisinde filizlenen bu kavram, şimdi büyüyüp genişleyerek pek çok sektör için geçerli hale geldi. Öyle ki dijital platformlar üzerinden serbest çalışmaya dayalı, kısa dönemlik ya da parça başı yapılan işlerle şekillenen yeni iş modelinde pek çok iş kolunu görmek mümkün. Yolcu taşımacılığı (taksi hizmetleri), kuryelik, yaşlı bakımı, köpek gezdirme, temizlik, tesisatçılık, muhasebecilik, avukatlık, mimarlık, metin ve içerik yazarlığı, gazetecilik, çevirmenlik, grafikerlik, illüstratörlük, tasarımcılık gibi sayısız iş kolu gig ekonomisinde yerini alıyor.

KOMPLEKS BÜLTENİNİ TAKİBE ALIN!

Mail aboneliği için üye olun

NEDEN?

‘İş yeri kültürü’ kavramı tükeniyor

Teknolojinin de olanak vermesiyle insanlar artık maddi kazanç elde ederken daha esnek çalışma koşullarına sahip olmak, ofislere kapanmadan; bir patron veya bir şirket kültürüne bağlı kalmadan, zaman ve mekândan bağımsız daha özgür bir biçimde çalışmak istiyor. Nitekim gig modeli ile çalışanlar nerede, ne zaman ve kimlerle çalışacaklarına, hangi şirketlerle iş birliği yapacaklarına kendileri karar verebiliyor. Ücretlerini de yerine göre kendileri belirleyebiliyor; çalışma gün ve saatlerini kendileri düzenliyor. Kimi zaman çok yoğun bir tempoda gece gündüz, tatil yapmaksızın çalışırken kimi zaman iş almayıp uzunca bir tatil sürecine girebiliyor. Gerek kendi isteğiyle gerek zorunluluktan birbirinden çok farklı iş imkânlarını da istediği gibi değerlendirebiliyor.

Washington merkezli analiz ve danışmanlık şirketi Gallup’un son araştırması, 1989 sonrası doğan Y ve Z kuşaklarında, önceki nesillerin aksine, çalıştıkları iş yerlerine bağlılık duygusunun belirgin bir şekilde giderek azaldığını ortaya koyuyor. Y ve Z kuşakları iş yerlerinin çıkarlarından ziyade kendilerini ön planda tutuyor. İşini yaparken bir yandan da dünyayı gezebilmek, bir hafta geceli gündüzlü çalıştıktan sonra üç haftayı boş geçirmek, yeni ve farklı iş kollarını deneyimlemek gibi olanaklar onlara sabit kurumsal hayattan çok daha cazip gelebiliyor.

GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ Mİ?

Sistemin karanlık yüzü

İşveren açısından bakıldığında sistem hayli çekici. Firmalar bünyesine tam zamanlı bir işçi almadığı için aylık sabit bir ücret, prim, vergi, elektrik-internet giderleri gibi pek çok yönde avantaj elde etmekten memnun görünüyor. Dahası, sabit masraflara katlanmadan büyük bir çalışan havuzundan istediği zaman istediği bir yerden istediği profesyonel özellikleri olan kişiyi bulup çalıştırabilme imkanına sahip olmak da işverenler için cazip. Ancak tüm bunlar her iki taraf için faydalı görünse de gig ekonomisinin serbest çalışanlar için dezavantajları olduğu da açık. En önemlisi, bu sistemde çalışanların özlük ve hukuki haklarının birçoğundan feragat etmek zorunda kalması. 

Harvard Business Review dergisi, Mart/Nisan 2018 sayısında esnek ekonomide çalışanlarla görüşerek hazırladığı araştırma yazısında gig ekonomisinde çalışmanın dezavantajlarını açıkça ortaya koyuyor. Kişinin kendi çalışma düzenini oluşturduğu bu sistemde, bir şirket bünyesinde çalışmadığından, sigorta gibi özlük haklarına dair yapılması gereken işlemleri kişi kendisi yapmak zorunda kalıyor. Bunu yapmadığı takdirde sigortasız, güvencesiz, sendikal haklarını, emeklilik haklarını elde edemeyeceği bir çalışma hayatına teslim olmuş oluyor. Dahası parça başı kazanç sistemi, sabit bir düzen olmadığından, kişiye düzenli bir gelir de getirmiyor.

ÖZLÜK HAKLARI

Güvencesizlik ve yalnızlaşma

Çalışan sadece yaptığı iş ya da projeler üzerinden ödeme aldığından çalışmadığı, hasta olduğu veya tatile çıktığı günlerde para kazanması mümkün olmuyor. İşi yapmak için gereken tüm teknolojik donanımları ya da araçların alımı ve bakımı gibi harcamaları da kişinin kendisinin üstlenmesi gerekiyor. Gig çalışan olmak kimi zaman belirsiz saat aralıklarında çalışmayı da gerektirebildiğinden ister istemez yorucu ve yıpratıcı bir hâl alabiliyor. İş yeri ortamında olmamak kişinin yalnızlaşmasına, iş arkadaşlarının deneyimlerinden faydalanamamasına ve kendini geliştirememesine sebep oluyor. Gig ekonomisi içinde yer alanlar için ‘kariyer basamaklarını çıkmak’ deyimi de eğer sıkı çalışma disiplini, düzen, belirgin bir hedef ve geniş bir sosyal ağa sahip değilseniz, sadece uzak bir hayal oluyor.

Mersin Üniversitesi’nden Ömer Ünal ve Hasan Ejder Temiz’in gig ekonomisini mercek altına aldığı ‘Gig Ekonomisi Bağlamında İş İlişkisinin Değişen Yüzü: Uber Örneği’ adlı araştırmasında yer alan tespit bu çalışma sisteminin dezavantajlı yönünü gözler önüne seriyor.

“Gig ekonomisi, işgücü piyasası politikaları aracılığıyla ulus devletlerin çalışanları koruyucu düzenlemelerinin zayıflatıldığı, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki ilerlemelerin hızlandığı, çalışma yaşamındaki ekonomik ve sosyal risklerin tek tarafa (işçilere) indirgeyen istihdam modellerinin yaygınlık kazandığı, emeği yeniden metalaştırıcı eğilimlerin artış gösterdiği ve küresel işgücü piyasasında işsizliğin ve düşük gelirin kalıcı duruma geldiği, çok boyutlu ve kapsamlı bir sürecin sonunda ortaya çıkan, yeni bir iş organizasyonu modelini ve ekonomik olguyu ifade etmektedir.”
GELECEK

2025 yılında istihdamın üçte biri
dijital platformlar üzerinden sağlanacak

İnternet ve bilgi coğrafyaları üzerine çalışan Oxford Üniversitesi’nden Prof. Mark Graham ve Essex Üniversitesi’nden araştırmacı Dr. Jamie Woodcock, birlikte kaleme aldıkları The Gig Economy – A Critical Introduction adlı kitaplarında gig ekonomisini tüm hatlarıyla analiz ederken bu yeni iş modelinin gelecekte ne denli büyüyeceğine ve iş dünyasını nasıl değiştireceğine dair de öngörüde bulunuyorlar. Kitapta verilen rakamlara göre, şu anda sadece Britanya’da tahminen 1.1 milyon kişi kuryelik, taksi şoförlüğü ya da başka işler yapmak suretiyle gig ekonomisi içinde çalışan olarak yer alıyor. Britanya’daki çalışan kesimin yüzde 11’i ek iş veya ana iş olarak dijital platformlar üzerinden para kazanıyor. 2016 tarihli bir araştırmaya göre ise ABD’lilerin yüzde 8’i gig platformlarında çalışıyor. 18-29 yaş aralığında ise bu oran yüzde 16’ya yükseliyor. Tüm dünyada bu platformlar üzerinden iş alan insan sayısının 70 milyondan fazla olduğu tahmin ediliyor. Uzmanlara göre 2025 yılına geldiğimizde bütün istihdamın üçte biri dijital platformlar üzerinden sağlanacak!

Yönetim danışmanlığı firması Mckinsey’in araştırması da 2025’e dair çarpıcı bir öngörüde bulunuyor. Buna göre, 2025’te 540 milyon insanın iş hayatında bu platformlardan yararlanacağı tahmin ediliyor. Araştırma 230 milyon kişinin bu sayede hızlı bir şekilde iş bulma fırsatı yakalayacağını, 200 milyon kişinin yarı zamanlı olarak veya ek iş şeklinde bu serbest çalışma platformlarından faydalanacağını söylüyor. 60 milyon insanın kendi birikim ve becerilerine uygun iş bulup devam ederken, 50 milyonun dijital iş fırsatları ile normal iş fırsatları arasında gidip geleceği tahmin ediliyor.

Serbest iş mi demeli
yoksa güvencesiz iş mi?

Gig ekonomisi günümüzde her ne kadar serbest ve esnek olduğu için tercih ediliyorsa da bu iş modelini geçmişte sermayenin işçiyi sömürdüğü, bu yüzden çalışanların yıllar boyunca hep karşı çıktığı, değiştirmek için uğraştığı güvencesiz iş olarak tanımlamak da yanış olmaz. Güvencesiz, yani geçici, belirsiz ve parça başı işin geçmişi, bugünün ‘standart’ olarak bilinen sigortalı iş sisteminden çok daha eskiye dayanıyor. Hatta, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD, İngiltere ve Kuzey Yarım Küre’nin endüstriyel ekonomilerinde yaygınlaştığını gördüğümüz sigortalı iş sistemi, o zamanlarda bile sadece beyaz erkeklerin ulaşabildiği bir ayrıcalık niteliğindeydi. Kadınlar, siyahiler, azınlıklar o yıllarda hâlâ yaygın olarak güvencesiz işlerde çalışıyorlardı. Bugünün sigortalı çalışma sistemi o dönem için sıradışı bir durumdu. 

Çalışma dünyasında genel kabul gören ise geçici, parça başı işlerdi. Bunun en önemli tarihi örneklerinden biri, XIX. yüzyılda Londra’nın doğu ucundaki East End bölgesindeki liman işçilerinin çalışma şekliydi. Limanda trafik yoğun olduğundan Britanya’nın kolonilerinden pamuk, şeker ve çay getiren gemilerin hızlıca boşaltılması ve bu yükün indirilip depolara taşınması için çok sayıda işçiye ihtiyaç vardı. Ancak bu işçiler, liman işçisi olarak kadroya alınmıyordu. The Making of Modern London kitabının yazarları Gavin Weightman ve Steve Humphries’a göre bu dönemde limanda çalışanların üçte ikisi geçici işçilerden oluşuyordu. Düzenli olarak çalışacaklarına dair bir garanti yoktu. Hiçbir güvence vadedilmiyordu. Gelen gemilerin yüklerine göre günlük olarak işe alınıyorlardı. Bölgedeki nüfusun büyük bir bölümü her gün, bir iş çıkar umuduyla erkenden gelip liman girişinde kalabalıklar halinde bekliyordu. 

Zira bu çalışma düzeninde işçi ve işveren arasındaki ilişki basit bir esasa dayanıyordu: İşçinin belirli bir zaman dilimi için emeğini satması ve işverenin işçinin zamanını ve emeğini satın alması.

Serbest iş mi demeli,
yoksa güvencesiz iş mi?

Gig ekonomisi günümüzde her ne kadar serbest ve esnek olduğu için tercih ediliyorsa da bu iş modelini geçmişte sermayenin işçiyi sömürdüğü, bu yüzden çalışanların yıllar boyunca hep karşı çıktığı, değiştirmek için uğraştığı güvencesiz iş olarak tanımlamak da yanış olmaz. Güvencesiz, yani geçici, belirsiz ve parça başı işin geçmişi, bugünün ‘standart’ olarak bilinen sigortalı iş sisteminden çok daha eskiye dayanıyor. Hatta, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD, İngiltere ve Kuzey Yarım Küre’nin endüstriyel ekonomilerinde yaygınlaştığını gördüğümüz sigortalı iş sistemi, o zamanlarda bile sadece beyaz erkeklerin ulaşabildiği bir ayrıcalık niteliğindeydi. Kadınlar, siyahiler, azınlıklar o yıllarda hâlâ yaygın olarak güvencesiz işlerde çalışıyorlardı. Bugünün sigortalı çalışma sistemi o dönem için sıradışı bir durumdu. 

Çalışma dünyasında genel kabul gören ise geçici, parça başı işlerdi. Bunun en önemli tarihi örneklerinden biri, XIX. yüzyılda Londra’nın doğu ucundaki East End bölgesindeki liman işçilerinin çalışma şekliydi. Limanda trafik yoğun olduğundan Britanya’nın kolonilerinden pamuk, şeker ve çay getiren gemilerin hızlıca boşaltılması ve bu yükün indirilip depolara taşınması için çok sayıda işçiye ihtiyaç vardı. Ancak bu işçiler, liman işçisi olarak kadroya alınmıyordu. The Making of Modern London kitabının yazarları Gavin Weightman ve Steve Humphries’a göre bu dönemde limanda çalışanların üçte ikisi geçici işçilerden oluşuyordu. Düzenli olarak çalışacaklarına dair bir garanti yoktu. Hiçbir güvence vadedilmiyordu. Gelen gemilerin yüklerine göre günlük olarak işe alınıyorlardı. Bölgedeki nüfusun büyük bir bölümü her gün, bir iş çıkar umuduyla erkenden gelip liman girişinde kalabalıklar halinde bekliyordu. 

Zira bu çalışma düzeninde işçi ve işveren arasındaki ilişki basit bir esasa dayanıyordu: İşçinin belirli bir zaman dilimi için emeğini satması ve işverenin işçinin zamanını ve emeğini satın alması.

Hak verilmez, alınır!

Günümüzde artık çalışma hayatında kanunlarca da güvenceye alınan sigortalı çalışma sistemi, daha esnek çalışmayı tercih edenler için vazgeçilebilir, daha çabuk ve kolay iş bulabilmeyi amaçlayanlar için de feda edilebilir bir detay olarak görülebilir. Ancak güvencesiz işten güvenceli işe geçmek, sigortalılık hakkını alabilmek için geçmişten bugüne çok mücadeleler verildi, çok bedeller ödendi. Zira o ünlü söz doğrudur: Hak verilmez, alınır!

Güvencesiz işten güvenceli işe geçiş mücadelesinde 1888’de gerçekleştirilen Kibritçi Kızlar’ın grevi hem kadın tarihi hem de sendikal tarih açısından önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bryant and May kibrit fabrikasında çalışan kız çocuğu ve kadın işçiler, çok zor koşullarda çok düşük ücretlerle çalışmaktadır. Durmadan saatlerce çalışırken sadece sabah ve akşam kısa yemek molaları vardır. Parmağını kaptırmamak için makineden elini çekmek bile ceza kesilmesine ve ücret kesintisine nedendir. Kibritlerin çerçeveden çıkarılıp kutulara dizilmesi zor bir iştir, kazayla kibrit çakılabilir, bu durumda ya ceza ya da işten atma gelir. Kibritleri kutulama, paketleme işi fabrikada yapılırken, kutular parça başı olarak evde yaptırılır ve bu iş için kullanılacak hamuru işçinin kendisinin temin etmesi gerekir. En fenası da kibrit üretiminde kullanılan zehirli beyaz fosforun neden olduğu kemik hastalıkları bu genç kadınların yakasını bırakmaz. Fosfor çenesi (phossy jaw) denilen hastalık sıklıkla görülür. 

Tüm bu korkunç koşulları The Link gazetesindeki ‘Londra’da Beyaz Kölelik’ yazısına taşıyan sosyalist gazeteci Annie Besant, işçi kadınlara Bryant and May fabrikasının hissedarlarının onların emeği üzerinden ne kadar çok para kazandıklarını anlatır. Böylece onları örgütlemesiyle 1.400 kadın işçi hep birlikte greve çıkar. İki haftalık grevin sonunda, patronlar atılan işçileri geri almak, çalışma koşullarını iyileştirmek ve hatta kullandıkları tehlikeli fosforu bırakmak zorunda kalır. Kibritçi Kızlar’ın çaktığı kıvılcım 1889’da Güney Londra Gaz İşçileri grevi ve aynı yıl 100 bin liman işçisinin katıldığı dev grev ile devam ederek Britanya’da yeni sendikacılığı önemli bir noktaya taşır. 

Liman işçileri maaş artışı, fazla mesai ücreti, sendika üyeliğinin tanınması, ağır çalışma koşullarının azaltılması gibi taleplerinin karşılığını bir ayın sonunda alır. 1888’de 750 bin üyesi olan sendikalar, 10 yılda iki milyonu aşan üye sayısına ulaşır. Uzun yıllar süren mücadele sonucu 1960’larda Britanya’da tüm liman işçileri için geçerli olacak kalıcı şartlar kabul edilir. O günden bugüne çeşitli sebeplerle greve çıkan ve hakları için mücadeleyi her daim sürdüren Londra liman işçileri sayesinde Londra limanları ‘en aşağılayıcı geçici çalışma koşullarına karşı büyük savaşın kazanıldığı yer’ unvanını kazanmıştır.

Kucaklamadan önce iki kere düşünmek gerekiyor

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de liman işçilerinin hak mücadeleleriyle tarih sahnesinde yerini alması oldukça eskiye dayanır. Neredeyse 400 yıl önce, 1620’li yıllarda İzmir Limanı’nda çalışan hamallar, Venedikli tüccarlara karşı greve gitmişler ve kazanım elde etmişlerdir. 1908 yılında gerileyen ücretlere ve hayat pahalılığına karşı İstanbul ve İzmir’de gelişen grev dalgasına da yine liman işçileri öncülük etmiş, gelirlerini yüzde 40 oranında arttırmışlardır. 1913 yılında ev kiralarına yapılan zamlar ve her tür gıda maddesinin fiyatındaki artış nedeniyle ücretlerine zam isteyen İzmir liman işçileri yine grevdedir.

Cumhuriyet’in ilanının ardından liman işçileri mücadelelerine devam ettiler. 1947 yılından sonra sendikalaşma çalışmaları yoğunluk kazandı ve liman işçileri farklı illerde farklı sendikalar kurdular. 1950’li yıllarda bu sendikaların gerçekleştirdiği grev ve eylemler, Türkiye sendikacılık hareketinin tarihsel ilerlemesine ivme kazandırdı. Yine bir liman işçisi olan Mehmet Ali Sarı, 1957-1960 yılları arasında daha kuruluşunun ilk yıllarında olan Türk-İş’in Genel Sekreterliği’ni üstlendi. 1963’te gerçekleşen yasal düzenlemelerle birlikte ülke genelindeki liman işçileri sendikaları, Likat-İş (1992 yılında Liman-İş olarak değişti) Türkiye Liman ve Kara Tahmil-Tahliye İşçileri Sendikası’nı kurarak tek çatı altında birleştiler. 

Liman işçileri, bu yeni dönemde limanların kamu tarafından işletilmesinin de etkisiyle, neredeyse tüm limanlarda örgütlenmeyi başararak çalışma koşulları ve ücret düzeylerinde ciddi kazanımlar elde ettiler. Liman işçilerinden farklı iş kollarına uzanan ve yıllar boyunca süregelen hak mücadelesi, elbette günümüzün çalışma hayatını da şekillendirdi. Uzun lafın kısası; bugün çalışanları güvence altına alan bu önemli kazanımları elinin tersiyle iten gig ekonomisini heyecanla kucaklamadan önce iki kere düşünmek gerekiyor.

Hak verilmez, alınır!

Günümüzde artık çalışma hayatında kanunlarca da güvenceye alınan sigortalı çalışma sistemi, daha esnek çalışmayı tercih edenler için vazgeçilebilir, daha çabuk ve kolay iş bulabilmeyi amaçlayanlar için de feda edilebilir bir detay olarak görülebilir. Ancak güvencesiz işten güvenceli işe geçmek, sigortalılık hakkını alabilmek için geçmişten bugüne çok mücadeleler verildi, çok bedeller ödendi. Zira o ünlü söz doğrudur: Hak verilmez, alınır!

Güvencesiz işten güvenceli işe geçiş mücadelesinde 1888’de gerçekleştirilen Kibritçi Kızlar’ın grevi hem kadın tarihi hem de sendikal tarih açısından önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bryant and May kibrit fabrikasında çalışan kız çocuğu ve kadın işçiler, çok zor koşullarda çok düşük ücretlerle çalışmaktadır. Durmadan saatlerce çalışırken sadece sabah ve akşam kısa yemek molaları vardır. Parmağını kaptırmamak için makineden elini çekmek bile ceza kesilmesine ve ücret kesintisine nedendir. Kibritlerin çerçeveden çıkarılıp kutulara dizilmesi zor bir iştir, kazayla kibrit çakılabilir, bu durumda ya ceza ya da işten atma gelir. Kibritleri kutulama, paketleme işi fabrikada yapılırken, kutular parça başı olarak evde yaptırılır ve bu iş için kullanılacak hamuru işçinin kendisinin temin etmesi gerekir. En fenası da kibrit üretiminde kullanılan zehirli beyaz fosforun neden olduğu kemik hastalıkları bu genç kadınların yakasını bırakmaz. Fosfor çenesi (phossy jaw) denilen hastalık sıklıkla görülür. 

Tüm bu korkunç koşulları The Link gazetesindeki ‘Londra’da Beyaz Kölelik’ yazısına taşıyan sosyalist gazeteci Annie Besant, işçi kadınlara Bryant and May fabrikasının hissedarlarının onların emeği üzerinden ne kadar çok para kazandıklarını anlatır. Böylece onları örgütlemesiyle 1.400 kadın işçi hep birlikte greve çıkar. İki haftalık grevin sonunda, patronlar atılan işçileri geri almak, çalışma koşullarını iyileştirmek ve hatta kullandıkları tehlikeli fosforu bırakmak zorunda kalır. Kibritçi Kızlar’ın çaktığı kıvılcım 1889’da Güney Londra Gaz İşçileri grevi ve aynı yıl 100 bin liman işçisinin katıldığı dev grev ile devam ederek Britanya’da yeni sendikacılığı önemli bir noktaya taşır. 

Liman işçileri maaş artışı, fazla mesai ücreti, sendika üyeliğinin tanınması, ağır çalışma koşullarının azaltılması gibi taleplerinin karşılığını bir ayın sonunda alır. 1888’de 750 bin üyesi olan sendikalar, 10 yılda iki milyonu aşan üye sayısına ulaşır. Uzun yıllar süren mücadele sonucu 1960’larda Britanya’da tüm liman işçileri için geçerli olacak kalıcı şartlar kabul edilir. O günden bugüne çeşitli sebeplerle greve çıkan ve hakları için mücadeleyi her daim sürdüren Londra liman işçileri sayesinde Londra limanları ‘en aşağılayıcı geçici çalışma koşullarına karşı büyük savaşın kazanıldığı yer’ unvanını kazanmıştır.

Kucaklamadan önce iki kere düşünmek gerekiyor

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de liman işçilerinin hak mücadeleleriyle tarih sahnesinde yerini alması oldukça eskiye dayanır. Neredeyse 400 yıl önce, 1620’li yıllarda İzmir Limanı’nda çalışan hamallar, Venedikli tüccarlara karşı greve gitmişler ve kazanım elde etmişlerdir. 1908 yılında gerileyen ücretlere ve hayat pahalılığına karşı İstanbul ve İzmir’de gelişen grev dalgasına da yine liman işçileri öncülük etmiş, gelirlerini yüzde 40 oranında arttırmışlardır. 1913 yılında ev kiralarına yapılan zamlar ve her tür gıda maddesinin fiyatındaki artış nedeniyle ücretlerine zam isteyen İzmir liman işçileri yine grevdedir.

Cumhuriyet’in ilanının ardından liman işçileri mücadelelerine devam ettiler. 1947 yılından sonra sendikalaşma çalışmaları yoğunluk kazandı ve liman işçileri farklı illerde farklı sendikalar kurdular. 1950’li yıllarda bu sendikaların gerçekleştirdiği grev ve eylemler, Türkiye sendikacılık hareketinin tarihsel ilerlemesine ivme kazandırdı. Yine bir liman işçisi olan Mehmet Ali Sarı, 1957-1960 yılları arasında daha kuruluşunun ilk yıllarında olan Türk-İş’in Genel Sekreterliği’ni üstlendi. 1963’te gerçekleşen yasal düzenlemelerle birlikte ülke genelindeki liman işçileri sendikaları, Likat-İş (1992 yılında Liman-İş olarak değişti) Türkiye Liman ve Kara Tahmil-Tahliye İşçileri Sendikası’nı kurarak tek çatı altında birleştiler. 

Liman işçileri, bu yeni dönemde limanların kamu tarafından işletilmesinin de etkisiyle, neredeyse tüm limanlarda örgütlenmeyi başararak çalışma koşulları ve ücret düzeylerinde ciddi kazanımlar elde ettiler. Liman işçilerinden farklı iş kollarına uzanan ve yıllar boyunca süregelen hak mücadelesi, elbette günümüzün çalışma hayatını da şekillendirdi. Uzun lafın kısası; bugün çalışanları güvence altına alan bu önemli kazanımları elinin tersiyle iten gig ekonomisini heyecanla kucaklamadan önce iki kere düşünmek gerekiyor.

İÇİNDEKİLER

FASİKÜL 1: GİG EKONOMİSİ
Kompleks'in ilk fasikülünde gig ekonomisini derinlemesine inceliyoruz. Tarihsel süreçten kapsadığı iş kollarına; ekonomi-politiğinden işçi portelerine, güvencesiz çalışmanın yansıdığı güncel alanlara odaklanıyoruz.
BÖLÜM 1
GİG EKONOMİSİ 101
BÖLÜM 2
BUGÜNE YANSIMALARI
BÖLÜM 3
İNSANA YANSIMALARI
BÖLÜM 4
KÜLTÜRE YANSIMALARI
BÖLÜM 5
GELECEK

KOMPLEKS BÜLTENİNİ TAKİBE ALIN!​