Vivek Chibber, Jacobin’den Jason Farbman’la söyleşisinde, bu geç kapitalizm çağında işçi sınıfının ve emek süreçlerinin dönüşümü, sendikalar ve yeni örgütlenme biçimleri, sola hâkim olan akademizm üzerine görüşlerini naklediyor. Söyleşiden genişçe bir özet…

Neoliberalizm pek çok şeyin yerine kullanılan bir kod haline geldi. Modern toplumu ele alan hakiki analizleri ikame ediyor sanki. Sol söylemin büyük ölçüde STK’lar, akademisyenler tarafından domine edilmesi, kapitalizmden bahsetmenin hâlâ tehlikeli sayılması bunun nedenlerinden biri. “Bizde kaygı uyandıran kapitalizm değil, Reaganizm, Thatcherizm” demek gayet işlevli.

Kapitalizmin şimdiki halinin insanlık dışı olduğuna şüphe yok, hele önceki versiyonuyla kıyaslanırsa. Kapitalizm kavramına çok başvurulmamasının bir nedeni de bu. Ancak, öncelikle, kapitalizmin bugünkü versiyonunu tarihsel yerine oturttuğumuzda, bunun aslında bir istisna olmadığını görmek gerekir. Kapitalizmin saf haline geri dönüyoruz. Bu sistemde herkes piyasanın ortasına fırlatılıyor ve “ya batarsın ya çıkarsın, her koyun kendi bacağından asılır” deniyor.

Sosyal desteklerin, bir tür genel sigortanın, temel güvencelerin olduğu çağ, refah devleti yılları –başlangıcı 1930’lar ve 40’lara tekabül eden dönem. Ama kapitalizmin düsturundan bir sapmaydı bu. Şimdi daha geriye dönüyoruz: Neoliberalizm aslında kapitalizmin saf halidir.

Bu saptama iki açıdan ele alınabilir. Birincisi geniş ölçekte: Esası itibariyle kapitalizm insanları gündelik ihtiyaçlarından mahrum bırakıyor mu? Dünyanın çoğunluğu için cevap evet, mahrum bırakıyor, bunu karşılayamıyor. Bunu beceremiyor, çünkü günümüzde dünyanın büyük bir bölümü iptidai, eğreti piyasa toplumları haline büründü. Hindistan’da, Çin’de, Afrika’da, Ortadoğu’da halkın çoğu hâlâ zar zor geçimlik kazançla yaşıyor. Ve bu bir kader değil; onları hiçe sayan patronlar için çalışmak zorundalar çünkü. Yani geniş ölçekte, dünyanın büyük bir bölümünde kapitalizm felâket yaratıyor.

Konuyu bir de göreli açıdan ele alabiliriz. ABD gibi bir ülkede veya Batı Avrupa’da yoksulların, işçilerin pek çok kazanım elde ettiği, hayatlarının pek de fena olmadığı elbette doğrudur. Ancak göreli bir açıdan baktığımızda –sadece dünyanın geri kalanıyla kıyaslayarak değil, üretkenlik, teknoloji, genel altyapının sunduğu hayat ihtimalleri bakımından da yaklaşırsak– bu insanların hayatı şimdikinden daha iyi olabilir miydi? Elbette olabilirdi.

Batılı işçiler neden daha iyi yaşam koşullarına kavuştu diye soracak olursak, sonuçta, güçlerini birleştirdikleri için diyebiliriz. Refah devletinin o dönemde Batı’da ortaya çıkmasının nedeni muazzam ve şiddetli sınıf mücadelesiydi, sendikalar patronlardan daha önce görülmemiş tavizler koparmayı başarıyordu.

Kapitalizm var olduğu müddetçe, her şey için mücadele etmek zorunda kalmayacaksınız sadece, aynı zamanda her şeyiniz aslında onları size vermek istemeyen patronların tehdidi altında olacak.

İşverenle işçi arasındaki çatışma sisteme içkindir. Bundan kaçış yok. Sosyalistler daha uygar bir kapitalizmin de mümkün olduğunu, ancak bunun için dahi mücadele etmek gerektiğini bu yüzden söylediler, ama bu uygarlaşmış kapitalizmin bir kanser gibi olduğunu da eklediler: Kemoterapiye devam etseniz de büyümek isteyen kanser hücrelerine karşı ne kadar savaşsanız da, daima geri gelmenin yolunu bulurlar.

Sınıf, gelir grubuyla aynı şey değildir. Sınıf, esasen ayrışmanın hangi tarafında kaldığınızla ilgilidir –emeği ihraç mı ediyorsunuz, yoksa ihraç edilen sizin emeğiniz mi?

İşçi kime denir?

(Wall Street’i İşgal Et / Occupy Wall Street hareketinde) Yüzde 1’in karşısına geri kalan herkesi koymak çok etkili bir retorik araç oldu ve diğer herkes, yüzde 1’in dışında kalan herkes, negatif bir kategori halinde kaldı. Bu sloganda varsayılan ve kastedilen, bu gruptakilerin durumunun yüzde 1’dekilerden daha kötü olmakla kalmayıp aynı zamanda etkili bir toplumsal güç olarak bir şekilde yan yana gelebileceğidir.

Çok dar bir açıdan bu doğrudur: Yüzde 99’un belli ortak çıkarları olacaktır. Ancak bu yüzde 99’un epey bir kısmı asla işçi diyemeyeceğimiz insanlardan oluşuyor. Aralarında yöneticiler var, özerkliğine büyük ölçüde kavuşmuş, kendi üretim araçlarına sahip insanlar var. Bunların bazılarının, mesela yöneticilerin işi, her ne kadar kendileri yüzde 1’e dahil değillerse de en alttaki yüzde 60’tan daha fazla aktararak onları memnun etmektir.

Her ne kadar şu anda yüzde 1 kadar paraları, servetleri yoksa da bunun için can atarlar ve bunu mutlaka deneyeceklerdir, çünkü bir noktada bunu başarabilmeleri için önlerinde gerçekten bir şans var.

Toplumun zirvesinde bir iskemle kapma oyunu oynanır: Patronlar yöneticilerle çalışır, bu yöneticiler bir merdiveni tırmanırlar, bunun da yolu altınızdakilerin kafasına basmaktır. İşleri budur. Yani, belli türden amaçlar söz konusu olduğunda, mesela patronları adil ücret ve diğer haklar için kârlarının bir kısmından vazgeçmeye zorlayacak bir gündem etrafında bu insanları buluşturalım desek, yöneticiler bu davete katılmayacaktır. Sendikalar bu yüzden profesyonel yönetici çalıştırmak istemez, çünkü bunun düşmanı içeri almak demek olduğunu bilirler.

Yani sonuçta gelire göre veya içinde bulunulan yüzdeye göre toplumsal ayrışma gibi bir söylem retorik olarak ve bazı ufak açılardan yararlı oldu, ama stratejik ve politik olarak pek de faydalı olmadı.

Kapitalizmi çözümlerken temel mesele ne kadar kazanç elde ettiğiniz değil, bunu yaparken ne yapmak durumunda kaldığınızdır. Bu kazancı elde etmek için başkalarına patronluk taslayıp onları yönettiyseniz, bu hareketin parçası olamazsınız. Yöneticiler hayatlarını böyle kazanır.

Öte yandan, eğer bu yöneticilerin ve patronlarının saldırılarına maruz kaldıysanız ve boyun eğmeye zorlandıysanız, artık onlara karşı mücadeleye koyulmak için bir nedeniniz var demektir. 

Sınıf bu yüzden gelir grubuyla aynı şey değildir. Sınıf, esasen ayrışmanın hangi tarafında kaldığınızla ilgilidir –emeği ihraç mı ediyorsunuz, yoksa ihraç edilen sizin emeğiniz mi?

Geçtiğimiz on beş ila yirmi yılda yeni istihdam yaratma hızı gerçekten de çok yavaştı, otomasyonun bir çölleşmeye ve kitlesel işsizliğe yol açacağı korkusu bir gerçeklikle destekleniyor. İstihdam yavaş ilerlediği için de işlerinden atılan insanların ya yeni iş bulamadıklarını veya şurada burada sözleşmeli, geçici işlerde çalıştıklarını görüyoruz.

Sanayi sonrası toplum, otomasyon, prekarya sınıfı

İşçi sınıfının bugün ortadan kalktığını söyleyemeyiz. Daha derinlikli baktığımızda kapitalizmin mevcut yapısındaki hiçbir şeyin çok da yeni olmadığını görürüz. Otomasyonun eninde sonunda herkesi işsiz bırakacağı ve her şeyi robotların yapacağı düşüncesi doğru değil ve olamaz. Otomasyonun insanları devamlı olarak işinden ettiği elbette doğrudur, ancak bu insanların işsiz kalmasının sonuçları her zaman iki şeyle dengelenir.

Bir defa, büyüyen bir ekonomide, verimlilik artıyorsa ve büyümenin temposu sürekli yükseliyorsa, yeni şirketler, fabrikalar, tesisler ve işyerleri ardı ardına filiz verir ve bunlar otomasyon yüzünden işinden olan işçileri soğurur. Yani ikili bir süreç söz konusudur: Bazı insanlar işinden atılır ve bu insanlar yeni şirketler tarafından iş döngüsüne katılır.

Otomasyonun herkesi eninde sonunda işsiz bırakacağı görüşü bu ikinci, dengeleyici unsuru göz ardı ediyor. Varsayıyor ki gelecekte de sadece bu fabrikalar ve işyerleri var kalacak ve zamanla, sistemin dışarı attıkları insanlar Walking Dead dizisindeki zombilere dönecekler, iş aramak için dolanıp duracaklar, ama bakacaklar ki hiç yeni iş yok. Bu görüş bu insanların her an yeni istihdam alanlarına çekildiği gerçeğini gözden kaçırıyor.

İkincisi, otomasyonun teknolojik değişim yoluyla, yeni makinelerin, yeni iş süreçlerinin devreye girmesiyle insanları işlerinden etmesi –bu yeniliklerin her biri, bu teknolojileri üretmeye devam etmek, onların bakımını yapmak ve onların nasıl daha iyi hale getirileceğini öğrenmek için ilave beceriler ve işçiler talep eder. Teknolojik değişim her zaman yeni meslekler yaratır. Yani daima dinamik bir süreç söz konusudur, madalyonun bir yüzünde insanlar işlerini kaybederken diğer yanda onları yeni şekillerde içerecek koşullar yaratılır.

Burada mesele, her şeyin bu iki sürecin etkileşim hızına bağlı olmasıdır. Geçtiğimiz on beş ila yirmi yılda yeni istihdam yaratma hızı gerçekten de çok yavaştı, otomasyonun bir çölleşmeye ve kitlesel işsizliğe yol açacağı korkusu bir gerçeklikle destekleniyor. İstihdam yavaş ilerlediği için de işlerinden atılan insanların ya yeni iş bulamadıklarını veya şurada burada sözleşmeli, geçici işlerde çalıştıklarını görüyoruz.

Bu, otomasyonun gerçek gücünü, çıplak dişlerini nihayet görebiliyor olmamızla ilgili bir durum değil. Daha ziyade, Batı’da kapitalizmin bu belirli aşamasının çok yavaş büyüme oranları, çok düşük yeniden yatırım seviyeleri ve dolayısıyla işlerinden olan insanlar için çok düşük yeniden istihdam imkânları sağladığı gerçeğiyle ilgili bir durum. Bu nedenle, bu görüşte bir gerçeklik payı var ve bu durum örgütlenme koşullarını etkiliyor.

Herkesin iş güvencesinin olduğu şartlarda örgütlenmek çok daha farklı, bence çok daha kolay, çünkü o durumda çalışanlar patronlarından daha az çekinecektir. Şu anda insanların öyle sindirildiği, öyle hırpalandığı bir dönemden geçiyoruz ki, işlerinde, işyerlerinde başlarını kaldırmaktan, yumruklarını kaldırmaktan altmış, seksen, hatta kırk yıl öncesine göre çok daha fazla korkuyor insanlar.

Bu da örgütlenmenin çok daha zor olduğu anlamına geliyor. Sendikaların yeni işçi örgütlemeye çalışmamalarının bir nedeni de bu. Yirmi beş yıldır stratejileri esasen devralmalar ve birleşmelerdi: Diğer sendikalara baskın yaparsınız, kampüslere gidersiniz, çünkü öğrenciler zaten örgütlüdür ve Birleşik Otomotiv İşçileri Sendikası (UAW) der ki, “Bakın nasıl örgütleniyoruz, birkaç tane lisansüstü öğrenciyi sendikamıza kazandırdık.”

Bir otomobil fabrikasına girip işçileri örgütlemek çok daha meşakkatli bir iş. Patronların işçileri çok sıkı kontrol ettiği için değil sadece, en ufak bir hareketlenmenin sonuçları konusunda işçilerin kendileri de büyük endişe içindedir, çünkü dışarıda bir çölün uzadığını bilirler.

İş görür bir alternatif bulana kadar, her ne kadar emek hareketinin bugünkü durumuna dair gayet net, romantik olmayan bir bakış açısı edinmemiz, tüm zaaflarının ve eğilimlerinin farkında olmamız gerekse de, bana öyle geliyor ki elimizdeki tek seçenek, mevcut kurumları terk etmek yerine daha iyi çalışmalarını sağlamak.

Sendikalara mecbur muyuz?

Öncelikle bu konuda esnek olmamız gerekiyor. Kilit nokta şu: Unutmamalıyız ki bu iş kendi başına ahlâki bir mesele değildir. Bu pratik bir meseledir, yani kapitalistleri “tamam, size bir şeyler vereceğiz” demeleri için masaya nasıl oturtabiliriz?

Kapitalizm geliştikçe yoksulları bir araya getirebilmek için yeni imkânların ortaya çıkabileceği gerçeğine açık olmalıyız. Belki de bugün itibarıyla, devletin gelir dağılımında oynadığı inanılmaz rol göz önüne alındığında, seçim siyasetinin alanı daha geniştir. Belki de mahalleler çok önemlidir, çünkü işçiler oralarda yaşıyor ve daha geniş kitleler halinde bir araya gelebilirler, işyerlerinde bu o kadar kolay değil çünkü. Bunların hepsine elbette ki açık olmalıyız. 

Ancak, örgütlenmenin diğer olası biçimleri için nesnel bir zorunluluk olmadan ve orada pratik bir deneyim kazanmadan, solun sendikaları stratejik açıdan merkezi bir düzenek ve araç olarak muhafaza etmesinden başka bir yol göremiyorum.

Daha iyisi var diyorsanız, harika, söyleyin, ben de onun için çalışayım. Daha iyi bir örgütlenme biçimine henüz hiçbir yerde rastlamadım, bu anlamda son yirmi yıl da ilginç bir deney oldu. Sırf son beş yılda dünyanın her yerinde kitlesel hareketlere şahit olduk. Birkaç rejimin devrildiği Ortadoğu, Brezilya, benim de memleketim Hindistan, ABD… Ortak noktaları, hepsinde farklı derecelerde rol oynamış olmasına rağmen, örgütlü emeğin hiçbirinin merkezinde yer almamasıdır.

İkinci ortak noktaları ise hepsinin yenilgiyle sonuçlanması. Hepsinde çok sayıda insan sokaklara döküldü, büyük gösteriler düzenlendi, ancak günün sonunda elde pek bir şey kalmadı.

Occupy (Wall Street’i İşgal Et) bunun çok iyi bir örneğidir. Muazzam bir hareketti, şimdiki hareketlerin çoğunu o tetikledi. Ama bir fabrika işgaliyle park işgali arasında şöyle bir fark var: Parktakiler evlerine dönmek durumundadır. Bir noktada evlerine döneceklerdir. Egemenler bunun için vakit tanıyabilir, çünkü üretime devam ediliyor, kârlar geliyor, herhangi bir kesinti yaşanmıyor. Fabrika işgaliyse bambaşka bir şeydir.

Sendika gibi işçileri bir araya getirecek kurumsal bir araç buluncaya kadar bu işin bir başka yolunu bilmiyorum.

Sendikal hareketin bugün bununla hiç ilgilenmediği kesinlikle doğru. Hiçbir mücadele emaresi göstermiyor. Geçmişte işçi hareketinin sahip olduğu türden hedeflerin peşinden gitmeye yeltenmiyor. Bana soracak olursanız, bu durum sadece daha iyisini inşa etmekle mükellef olduğumuz anlamına geliyor, hepsi bu. Bir tedavi iyi gitmiyordur, ama farklı bir tedavi bulana kadar bununla iş görmeye devam etmeniz gerekir, bunun gibi bir şey.

Bu çabayı bugün sol çevrelerde göstermek daha zor, çünkü sol çevrelere çok az işçi dahil oluyor. İşçilerin ne kadar önemli olduğunu vurgulamak daha zor, çünkü solda birçok kişi öğrenci ve akademisyen, onlar da egzotik şeyler hakkında konuşmak istiyorlar. Ama yine de örgütlenmenin başka bir yolunu bilmiyorum.

Dolayısıyla, iş görür bir alternatif bulana kadar, her ne kadar emek hareketinin bugünkü durumuna dair gayet net, romantik olmayan bir bakış açısı edinmemiz, tüm zaaflarının ve eğilimlerinin farkında olmamız gerekse de, bana öyle geliyor ki elimizdeki tek seçenek, mevcut kurumları terk etmek yerine daha iyi çalışmalarını sağlamak.

Sendikal hareketin tarihi doğrusal değildir. Bu tarih, sadece burada değil, her yerde, sendikaların yapısı ve hedefleri mevzubahis olduğunda bir tür iç çatışmalar tarihidir.

İşçi sınıfının muhafazakârlaşması ve sol

Sendikal hareketin tarihi doğrusal değildir. Bu tarih, sadece burada değil, her yerde, sendikaların yapısı ve hedefleri mevzubahis olduğunda bir tür iç çatışmalar tarihidir.

Muhafazakâr bir kanat her zaman mevcuttu; bu kanat, ele aldığı konuları küçültmeye, sadece en vasıflı, en ayrıcalıklı, dolayısıyla bazen en muhafazakâr işçilerin gücüne dayanmaya, kıt kaynakları tekelleştirerek, diğer işçileri dışarıda tutarak güç toplamaya çalışır. Bugün birçok açıdan bu duruma geri döndük.

Ama bu ülkede bile, başka yerlerdeki gibi, sendikacıların işçi hareketi için daha geniş ve daha kapsayıcı bir bakışla mücadele ettiği çok uzun ve asil bir gelenek var. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1920’lerde, 1930’larda ve 40’larda komünistler, sosyalistler ve anarşistler bu hedef için mücadele ettiler ve bunda da muazzam başarılar elde ettiler.

Bu hareketin bıraktığı en görkemli ve en önemli miraslardan biri, 1920’lerde ve 30’larda, Jim Crow Güneyinde, hayatlarını riske atarak siyah işçileri siyah ortakçılarla birlikte örgütleyen beyaz komünistlerin, beyaz sendikacıların mücadelesiydi, birbirlerini yoldaş olarak görüyorlardı. Bu ilişki, işçi örgütlenmesine dair belli bir anlayıştan ilham alıyordu.

Bu anlayış yok oldu, kısmen 1930’lar ve 40’larda işçi hareketi içindeki çatışmalar nedeniyle, kısmen de Amerikan devletinin Sol’un kazanmaması adına işçi hareketinin daha muhafazakâr kanadını desteklemesi yüzünden –böylece McCarthy’cilik doruğa ulaştı, Sol da bir daha asla toparlanamadı.

Ama bu anlayışı araştırmamız, bunun farkında olmamız, Sol’da bunu gururla taşımamız ve “İşte biz bunu istiyoruz” dememiz gerekiyor. Bence bugün bu anlayışa da geri dönebiliriz.

Bu da bizi ikinci soruna getiriyor: İşçi hareketi içinde onu daha kapsamlı bir örgütlenme ufkuna doğru harekete geçirecek otomatik bir düğme yoktur. Tam aksine, kısa vadeli, daha muhafazakâr bir yolun daha mantıklı bulunması için pek çok sebep vardır –ırklarına, etnik kökenlerine göre davranırsınız, kadınları dışarda tutarsınız, çünkü böylesi daha kolaydır. Dışarı çıkıp bu kutuplaşmalar arasında köprü kurmak zor bir iş.

Eskiden sendikalarda bu mücadeleyi yürütenler ideolojik olarak angaje sosyalist soldu. Bugünkü sorun sadece işçi hareketinin muhafazakârlaşması, ırkçılığa ve ayrımcı ideolojilere kapılması değil. Kendilerini sosyalist olarak tanımlayanların da emek hareketiyle hiçbir bağlantıları yok ve dürüst olmak gerekirse, üniversite ve kampüs solunun bu ağırlığı nedeniyle bu konu birçok kişinin radarına girmiyor.

Sol kampüs seminer odasının dışına çıkana, işçi sınıfı mahallelerinde merkezler açana kadar, tam zamanlı örgütçüler bunun için çalışana kadar, 1970’lere ve 80’lere kadar hep olduğu gibi kendini emeğin içine yerleştirene kadar, bu alternatif örgütlenme ufkunu işçi hareketinin önüne getirmenin başka hiçbir yolu yok. Bu yöneliş gerçekleşmediği takdirde, sınıf mücadelesinin daha kapsayıcı, daha evrensel bir biçimine doğru ilerlemek de zorlaşacak.

İÇİNDEKİLER

FASİKÜL 1: GİG EKONOMİSİ
Kompleks'in ilk fasikülünde gig ekonomisini derinlemesine inceliyoruz. Tarihsel süreçten kapsadığı iş kollarına; ekonomi-politiğinden işçi portelerine, güvencesiz çalışmanın yansıdığı güncel alanlara odaklanıyoruz.
BÖLÜM 1
GİG EKONOMİSİ 101
BÖLÜM 2
BUGÜNE YANSIMALARI
BÖLÜM 3
İNSANA YANSIMALARI
BÖLÜM 4
KÜLTÜRE YANSIMALARI
BÖLÜM 5
GELECEK
Paylaş

KOMPLEKS BÜLTENİNİ TAKİBE ALIN!​