BÖLÜM 1
GİG EKONOMİSİ 101

GUY STANDING

yeni işçi sınıfı prekaryayı anlatıyor

Görsel: Ege GENÇKAN
Fotoğraf: Sofie Amalie KLOUGART

BÖLÜM 1
GİG EKONOMİSİ 101

GUY STANDING

yeni işçi sınıfı prekaryayı anlatıyor

Prekarya; “precariousness” (istikrarsız-güvencesiz) ve “proletariat” (proletarya) kelimelerinden oluşturulmuş bir terim. İngiliz ekonomist Guy Standing’in popülerleştirdiği, yeni bir işçi sınıfını temsil eden prekarya kelimesi, günümüzde birçoğumuzun çalışma metodunu açıklıyor. Düzensiz çalışan, sosyal haklardan mahrum, iş-istihdam açısından güvencesiz, sayıları gittikçe artan bir işçi sınıfı bu. Yeni dünya düzeninde prekaryanın neyi temsil ettiğini Guy Standing anlatıyor.

Günümüzün değişen ekonomik düzeninde işin, işçilerin, emeğin tanımı da kabuk değiştiriyor. Prekarya sınırlı-kontratlı, yarı zamanlı, proje bazlı sözleşmelerle iş yapanları tanımlayan bir terim. İş-istihdam güvencesi olmayan yeni bir sınıfı tanımlayan bu kavramın küresel ekonomiyle ilişkisini açıklayabilir misiniz?

Küresel ekonomi 20 yıldır kriz içinde. Çünkü 1980-90’larda Thatcher ve Reagan tarafından başlatılan neoliberalizm, benim rantçı kapitalizm olarak adlandırdığım yeni bir kapitalizm türü üretti. Giderek daha fazla gelir fiziksel, finansal, entelektüel mülkiyet sahiplerine gidiyor. Gelirin çok daha azını emekçiler ve iş yapanlar alıyor. Dolayısıyla tüm dünyada, Türkiye’de, İngiltere’de, Çin’de ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yeni bir sınıf yapısı ortaya çıktı. Bu sınıfsal yapı, eşitsizliğin dinamiklerini ve bugün yaşadığımız siyasi gerilimleri anlamak için çok önemli. Plütokrasinin en üst sınıfları tüm gelirlerini şu ya da bu şekilde mülkiyetten elde eden az sayıda milyarderden oluşuyor. Onların altında ise hâlâ iş güvencesine, emeklilik maaşlarına, sağlık izinlerine, ücret dışı tüm yardımlara sahip olan bir ücretli kesim var. Bu insanların sayısı dünyanın her yerinde azalıyor. Bunun altında ise eski işçi sınıfı; imalat sektöründe, fabrikalarda, madenlerde çalışan eski proletarya var. Onların da sayısı azalıyor.

Prekarya mensupları vatandaşlık haklarını, kültürel haklarını, sosyal haklarını, ekonomik haklarını, siyasi haklarını kaybediyorlar. Bu onları devlete yalvaran bireyler haline getiriyor.”

Tüm bunlar günümüz ekonomik sistemine nasıl yansıyor? Prekarya bu bağlamda nerede duruyor?

20. yüzyılın çalışma ilişkileri ve sosyal güvenlik sistemleri, proletarya ve onun üstündeki ücretli kesim için tasarlanmıştır. Gelir açısından onların altında yer alan yeni sınıf ise prekaryadır. Prekaryanın altındaysa sokaklarda ölmekte olan sınıf-altı insanlar var. Prekaryanın gelişmekte olan bir sınıf olduğunu ve üç farklı boyuttan oluştuğunu görmek çok önemli. Bu önemli, çünkü birçok Marksist ve sosyolog işin sadece ilk boyutuna odaklanıyor. İlk boyut, prekaryadaki insanların kendilerine özgü üretim ilişkilerine sahip olmaları. Güvensiz ve istikrarsız bir işgücüne sahipler; kısa süreli sözleşmeler yapıyorlar ve bir istihdam güvencesinden yoksunlar. Prekarya, daha önceki tüm çalışan sınıflardan farklı şekilde, çalışabilecekleri işlerin gerektirdiği seviyenin ortalama olarak üzerinde bir eğitime sahip. Bu durum hayal kırıklığı, öfke ve başaramama hissini beraberinde getiriyor. İkinci boyut ise; sadece parasal ücretlere bel bağlamak zorunda kalarak gelirlerinde erozyon yaşıyorlar. Emeklilik maaşı, ücretli sağlık, doğum ya da babalık izni alamıyorlar. Bu şeylerin çoğu insanlara bir güvenlik hissi veriyor. Eğer prekaryanın içindeyseniz, bunlara sahip değilsiniz. Üçüncü boyutta –ki bunun en önemlisi olduğunu söyleyebilirim– vatandaşlık haklarını, kültürel haklarını, sosyal haklarını, ekonomik haklarını, siyasi haklarını kaybediyorlar. Bu onları devlete yalvaran bireyler haline getiriyor.

Tiranlar ve oligarklar prekaryayı temsil etmeseler de onlara çözüm sunabileceklerini söylüyorlar. Ama sunamıyorlar. Bizler yeni bir ilerici siyaset arıyoruz. Şu anda prekarya öfkeli. Prekarya güvensiz. Prekaryada stres, intihar eğilimi, iyi bir topluma ait olma hissinin kaybı var.”

Daha geniş bir perspektiften bakarsak; bu bahsettikleriniz sadece belirli bir azınlığın sorunu da değil. Yeni iş yapış biçimleri sebebiyle prekarya sayısı her geçen gün artıyor…

Kesinlikle. Sadece göçmenlerden ve azınlıklardan bahsetmiyoruz. Prekaryada yer alan ve kendilerini yalvaran gibi hisseden insanlardan bahsediyoruz. Kilit nokta da bu. Kendilerini iyilik istemek zorunda hissediyorlar. Ev sahiplerine güvenmek zorundalar. İşverenlere güvenmek zorundalar. Ebeveynlerine güvenmek zorundalar. Kendilerinden bir şeyler alabilecek/çalabilecek bürokratlara güvenmek zorundalar. Bir yandan da, prekarya olmanın sonuçları ekonomimizin giderek daha belirsiz hale geldiği gerçeğiyle aynı anda yaşanıyor. Bu da şoklardan etkileneceğimiz anlamına geliyor. Hepimiz savunmasızız. Ama eğer prekaryadaysanız, daha da savunmasızsınız. Bu kırılganlık bazı insanların efsanevi bir geçmişi geri getirmeyi vaat eden popülistleri desteklemesine yol açıyor. Popülist zorbalar sözde güvenlik sunuyorlar ama günün sonunda hiçbir şey yapmıyorlar. Bu tiranlar ve oligarklar prekaryayı temsil etmeseler de onlara çözüm sunabileceklerini söylüyorlar. Ama sunamıyorlar. Bizler yeni bir ilerici siyaset arıyoruz.  Şu anda prekarya öfkeli. Prekarya güvensiz. Prekaryada stres, intihar eğilimi, iyi bir topluma ait olma hissinin kaybı var. Prekaryanın tanımı kısaca tam da bu.

Bahsettikleriniz bizzat benim çalışma koşullarım açısından da çok şeyi açıklıyor. Bir gazeteci olarak yıllar içinde çalışma koşullarımın değiştiğini hissediyorum. Özellikle son on yıldır çok farklı koşullarda çalışıyorum. Emeklilik maaşım yok, sosyal güvencem yok, ücretli iznim yok. Bunlar bana kitabınızı da anımsattı: Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf kitabınızda yeni bir tehlikeli sınıftan bahsediyorsunuz. Bu tehlikeli sınıfın tarihsel mensupları kim? Bu sınıf kimler için tehlikeli?

“Tehlikeli sınıf” terimi 19. yüzyılda İngiltere’de burjuvazinin ve orta sınıfın bir parçası olmamakla beraber, proletaryanın da bir parçası olmayan insanları tanımlamak için kullanıldı: Onlar zanaatkârlardı, bağımsız sanatçılardı, sokak tüccarlarıydı. Endüstriyel kapitalizminin iki ana sınıfının dışında kalan bu insanlar her iki taraf için de tehlikeliydiler. Sermayeyi desteklememelerin yanı sıra sendikaların, geleneksel sosyal demokratların emek politikalarını da desteklemiyorlardı. Bu da onları tehlikeli kılıyordu. Bugünün prekaryası da sermaye için tehlikeli. Neoliberalizmi desteklemiyor ama aynı zamanda bir ilerici için de tehlikeliler. Prekaryanın bir kısmı çok da eğitimli değil ve benim popülist dediğim insanları dinliyorlar. Bu popülistler “Bize güvenin, görkemli geçmişi geri getireceğiz ama göçmenler, azınlıklar, liberaller düşmanımız” diyorlar. Hayali bir varlığı şeytanlaştırarak insanların sorunlarının bu varlıktan kaynaklandığını iddia ediyorlar. Donald Trump buna klasik bir örnek. İronik bir şekilde insanları kendi çıkarlarına karşı harekete geçiriyor. Adını sayabileceğimiz diğer popülist tiranlar için de aynı şey geçerli. Kimlerden bahsettiğimizi hepimiz biliyoruz, değil mi? Bu da prekaryanın bu kısmını tehlikeli kılıyor.

Peki, prekaryanın eğitimli kesimi “tehlikeli sınıf” tanımının neresinde duruyor?

Diğer kısım ise üniversiteye gitmiş ya da prekarya olmanın ne demek olduğunu anlayan gençler. Popülist aşırı sağcı tiranları desteklemeyecekler. Vizyonu olan, ilerici politika için örgütlenmeye hazır insanlardan oluşan, ekolojik paradigmaya sahip bir alternatif arıyorlar. Şu anda bir geçiş dönemindeyiz. Prekaryanın ikinci kısmının yeterince harekete geçmesini sağlayacak ilerici bir politik anlayışa, güce, teşkilata sahip değiliz. Bu değişiyor: Türkiye’deki son seçimleriniz bir anlamda bu eğiliminin işaretiydi. Yeni ve ilerici hareketlerin kazanamadığı doğru ama giderek daha başarılı oluyorlar. Artık gençlerin artan kesimi prekarya içerisinde. Bence başka ülkelerde de durum böyle. Daha açık ve net bir vizyon bekliyoruz ve bu yüzden sizin gibi gazetecilerin bu alternatifin formüle edilmesine yardımcı olması çok önemli.

Sendikalar prekaryayı temsil etmiyor, ücretli proletaryayı temsil ediyorlar. Kendilerini yeterince güncellemeyip dönüştürmediler. Her zaman sendikalara ihtiyacımız olduğuna inandım. Korunmak ve ilerlemek için sendikalara ihtiyacımız var. Ancak sendikaların karakter değiştirmesi gerekiyor.

Geleceğe geçmeden önce; modern küresel ekonomide iş güvencesi kavramı nasıl şekil değiştirdi? Bunun prekarya için ne gibi sonuçları var?

İstihdam güvencesi ile iş güvencesi arasında ayrım yapmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Pek çok insan kendilerine istihdam güvencesi sağlayan sözleşmelere sahip, ancak işlerinde kendilerini geliştirecek bir mesleki kontrol duygusuna sahip değiller. Yetkinliklerini arttırma, alanlarını genişletme, kendilerini geliştirme kapasiteleri yok. Bence iş güvencesinin özü de aslında bunlar. Diğer pek çok insanınsa hiçbir istihdam güvencesi yok. Yevmiyelerle, teliflerle çalışıyorlar. “Sıfır saatlik” (zero hour) sözleşmeler üzerinden yaşıyorlar ve sözde serbest meslek sahibiler. Sözleşmeler ve kontratlar arasında gidip geliyorlar. Bazen bu insanlar aslında diğer kesime göre daha fazla iş güvencesine sahipler. Gazeteci, ekonomist, doktor olmaya devam edebilirler, ancak istihdam güvenceleri yok.

Dolayısıyla bazı insanların istihdam ve iş güvencesine topyekûn sahip olmadığını, kimilerininse bunlardan birine ya da diğerine sahip olduğunu fark etmek önemlidir. Giderek daha fazla sayıda prekaryanın da gelir güvencesi yok. Bir işte çalışıyor olabilirler ama bu ay, gelecek ay, üç ay sonra ne kazanacaklarını bilmiyorlar. Güvencesizliğin bu farklı biçimlerinin birleşimi, temsil ve söz hakkı eksikliğini beraberinde getiriyor. Yani bize esneklik kazandıracak bir korumamız da yok. Bu çok önemli bir kısım, çünkü sendikalar prekaryayı temsil etmiyor, ücretli proletaryayı temsil ediyorlar. Kendilerini yeterince güncellemeyip dönüştürmediler. Her zaman sendikalara ihtiyacımız olduğuna inandım. Korunmak ve ilerlemek için sendikalara ihtiyacımız var. Ancak sendikaların karakter değiştirmesi gerekiyor ve bu da prekaryanın büyüyüşünün bize öğrettiği temel noktalardan biri.

Günümüz dünyasında işçi sendikalarının duruşu ne olmalı? Prekaryanın büyüyen işçi sınıfı olduğu düşünülürse, yeni nesil bir sendikanın işlevini nasıl kurgulamak gerekli?

Bence sendikaların ve hepimizin kabul etmesi gereken bir kilit nokta var. Prekaryadaysanız birincil antagonistiniz doğrudan işvereniniz ya da patronunuz değil, devlettir. Prekaryadaki pek çok insan, patronunun kim olduğunu bile bilmiyor ya da her hafta yeni bir patronla çalışıyor. Güvencesizliği yaratan ve bunu pekiştiren devletin kendisidir. Dolayısıyla sendikalar sadece para ya da ücret pazarlığı yapmak yerine devleti değiştirmek için ilerici bir gündemi dile getirmeliler. Çünkü prekarya için konu; “Önümüzdeki 10 ya da 20 yıl boyunca gelir güvencesine sahip olacak mıyım ve kendimi geliştirebilecek miyim?” sorusudur. “Evrensel Temel Geliri” desteklememin nedenlerinden biri de bu. Sosyal korumanın doğasını değiştirmek zorundasınız. İkinci husus ise sendikaların çevreyi koruması gerektiğidir. Gelecek için, ekoloji için küresel ısınmaya karşı durmalılar. Bu bazen iş (yaratımını) zorlamak değil, nasıl yaşadığımızın doğasını değiştirmek anlamına da gelir. Gönüllüler dahil hangi tip işler desteklenmeli? Sendikalar bu tip sosyal fayda sağlayan işleri hiçbir zaman desteklemiyorlar. Ücretsiz bakıcıları, gönüllü işleri ya da toplum çalışmalarını desteklemiyorlar. Bu işleri yapan insanlara güvence sağlamak için kampanyalara öncülük etmeleri gerekiyor. Şimdiye kadar bunu yapmadılar.

30 yılı aşkın süredir temel geliri savunuyorum. Temel Gelir Dünya Ağı (Basic Income Earth Network) adında uluslararası bir ağımız var. Bu ağ içinde iyi Türk üyelerimiz de mevcut. Temelde bunun bir adalet meselesi olduğuna inanıyorum. Türkiye, İngiltere ya da başka bir ülkede yaşayan herkes bir temel gelire sahip olmayı hak ediyor.

Tam da burada evrensel temel gelir hakkındaki görüşlerinizi dinlemek isterim. Evrensel temel gelir toplumumuz ve çalışma sistemimiz için nasıl bir anlam ifade etmeli?

Ben 30 yılı aşkın süredir temel geliri savunuyorum. Temel Gelir Dünya Ağı (Basic Income Earth Network) adında uluslararası bir ağımız var. Bu ağ içinde iyi Türk üyelerimiz de mevcut. Temelde bunun bir adalet meselesi olduğuna inanıyorum. Türkiye, İngiltere ya da başka bir ülkede yaşayan herkes bir temel gelire sahip olmayı hak ediyor. Elbette yaşamı zar zor sürdürebilmenin ötesine geçen kazanılmış gelirler istiyoruz. Bu bir adalet meselesi. Türkiye’nin zenginliği tarihiniz boyunca bu zenginliği sağlamış birçok Türk neslinin eseri. Fakat kimin atalarının büyük, kiminkilerin küçük katkılar yaptığını siz de bilmiyorsunuz, ben de bilmiyorum. Eğer özel servete ve mirasa izin verirsek –ki her ülke bunu yapıyor– kamu servetinin paylaşılması gerektiğini anlayabilirsiniz. Bu da benim “ortak kâr payı” dediğim temel geliri herkese vermek anlamına gelir. Artık bunu karşılayabiliriz. Mesele her zaman bunu ödeyecek kapasiteyi oluşturabilmekle ilgiliydi. Bu artık bir sorun değil; kitaplarım bunu çeşitli şekillerde ödeyebileceğimizi gösterdi. Blue Commons kitabımda bunu nasıl yapabileceğimizi de anlatıyorum. Çevreyi kirletenlerden almak bile bir çözüm.

Eğer herkesin iddia ettiği gibi özgürlüğe inanıyorsanız şunu bilmeniz gerekiyor; kronik yoksul ve güvencesizseniz, özgür olamazsınız. Bu nedenle –eğer özgürlüğü geliştirmek istiyorsanız– insanlara temel güvenlik sağlamanız gerekir.”

Eğer, Evrensel Temel Gelir’i başarılı bir şekilde uygulayabilirsek nasıl sonuçlar elde edebiliriz?

Eğer herkesin iddia ettiği gibi özgürlüğe inanıyorsanız şunu bilmeniz gerekiyor; kronik yoksul ve güvencesizseniz, özgür olamazsınız. Bu nedenle –eğer özgürlüğü geliştirmek istiyorsanız– insanlara temel güvenlik sağlamanız gerekir. İşte o zaman sorumluluk sahibi olabilirler, o zaman ahlaklı olabilirler, o zaman hayatlarını inşa edebilirler. Bence bu iyi bir toplumun gerekli parçası; ne yapıyor olursa olsun, medeni durumu, cinsel kimliği ya da yaşı ne olursa olsun, herkesin temel bir gelire sahip olması gerekir. Üstelik bu çok da devrimci, sözgelimi komünist bir düşünce de değil. Bu sadece bir insan hakkı. Çeşitli ülkelerde insanlara temel gelir sağladığımız pilot çalışmalar yaptık ve neler olduğunu gördük. Sağlık iyileşiyor, çocukların okula gitme oranı yükseliyor, ekonomik faaliyetler artıyor, eleştirilerin aksine daha fazla iş yapılıyor, daha verimli çalışılıyor, gelir eşitsizliği azalıyor ve sosyal dayanışma duygusu gelişiyor. İnsanlar daha hoşgörülü oluyor ve daha fedakâr hale geliyor. Bir toplumdan istediğimiz tam da bunlar değil mi?

Prekarya, bahsettiğim şeylerden mustarip olsa da tam zamanlı bir işe sahip olmanın dünyadaki en iyi şey olduğuna dair yanlış bir bilince sahip olmadıklarını da unutmamalıyız. Çünkü tam zamanlı bir iş, her zaman dünyanın en güzel şeyi değil.

Yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi gibi demografik faktörlerin prekaryayı, iş deneyimlerini ve fırsatlarını nasıl etkilediğini de merak ediyorum.

Bence sorun şu ki bazı insanlar prekaryanın büyümesini kuşaklar açısından yorumluyor. X, Y, Z kuşağı hakkında konuşuyorlar. Ben bundan hoşlanmıyorum, çünkü bu sadece nesillerle ilgili bir şey değil. Bazı gençler son derece iyi durumdalar; büyük miktarda gelir elde ediyor ve elit kesime katılıyorlar. Birçoğu ise öyle değil. Bir yandan eski neslin bir kısmı da prekaryanın parçası. Onların da durumları pek iyi değil. Bence tüm bunları kuşaklar açsından değil, sınıfsal terimlerle düşünmek gerekiyor.

Daha fazla eğitiminiz varsa prekaryanın dışında olma olasılığınız daha yüksek. Ancak prekaryayla ilgili önemli noktalardan biri de şu; tüm prekarya mensupları mağdur değiller. Prekaryadaki insanlar aslında durumlarındaki bazı şeylerden hoşnutlar. Uzun vadeli, istikrarlı, tam zamanlı bir işte çalışmak istemiyorlar. Bizler sadece çalışmak için yaşamıyoruz. Kendimizi geliştirmek, akrabalarımızla, arkadaşlarımızla, toplumumuzla ilişkilerimizi yeşertmek için de yaşıyoruz. Bu yüzden prekarya, anne babaları gibi proletaryanın ya da ücretli çalışanların bir parçası olmaya geri dönmek istemiyor. Çalışabilmek, gelişebilmek, çevreye yardım edebilmek, sevdiklerinin bakımına yardımcı olabilmek istiyor.

Bence bu bakış açısı harika. İşin güvencesizlik kısmı pek hoş değil ama bu durumdan kurtulmamız da mümkün. Yani, prekarya bahsettiğim şeylerden mustarip olsa da, tam zamanlı bir işe sahip olmanın dünyadaki en iyi şey olduğuna dair yanlış bir bilince sahip olmadıklarını da unutmamalıyız. Çünkü tam zamanlı bir iş her zaman dünyanın en güzel şeyi değil.

Teknolojik gelişmelerin, otomasyonun ve yapay zekanın işgücünü yeniden şekillendirmesi de hayli gündemde olan bir konu. Çalışanlar için adil ve eşit fırsatlar sağlamak amacıyla, toplumlar bu değişikliklere nasıl uyum sağlayabilir?

Bence yapay zeka devrimi her iki yöne de gidebilir. Yapay zeka panoptikon bir anlayışla otoriter rejimlerin güçlenmesine ve hepimizin teknoloji tarafından kontrol edilmesine yol açabilir. Doğru şekilde geliştirilirse zamanımızın daha büyük kısmını (ki yeni kitabımın adı: The Politics of Time) yaratıcı şeyler için ya da sosyal fayda sağlayan alanlara harcamamızı sağlayabilir. Sorun şu; mevcut rantçı kapitalizmle gelirin giderek daha fazlasının bilişim teknolojisi sahiplerine gitme olasılığı var. Tüm bu teknoloji onların büyük gelirler elde etmelerini sağlayacak ve eşitsizlik sorunu artacaktır. Otoriter korkuyla birlikte asıl tehlike bu. 

Ancak şu anda bunun siyasi bir sorun olduğunu düşünüyorum. Yapay zekanın kullanımını regüle etmeliyiz. Kazançların ekonomide yer almasını sağlamalıyız. Eğer bunu başarabilirsek, o zaman neden yapay zeka gerçekten yapmak istemediğimiz bazı şeylerin yerine geçmesin ki? Teknoloji ve otomasyon bazı çok kötü işleri ortadan kaldırabilir. Bu konuda endişeli değilim. Endişelendiğim şey gözetimin, algoritmaların ve tüm bunların panoptikon devleti güçlendirme olasılığı. Bu olasılıklarla mücadele etmek için örgütlenmemiz gerekiyor. Bu da konuyu yeniden platform ekonomisiyle ilgili sorunlara getiriyor.

Uzaktan çalışma ve gig ekonomisinin yükselişiyle birlikte gerekli regülasyonlardan bahsettiğimize göre, hükümetler geleneksel istihdam modellerine uymayan çalışanların korunmalarını nasıl sağlayabilir?

Bence burada sesimizi güçlendirmeliyiz. Platform ekonomisi dediğim şeyi üçe ayırıyorum. Bu arada gig ekonomisi terimini sevmiyorum. Gig ekonomisi terimini sevmememin nedeni, gig’in bir rock’n roll grubunun konseri anlamına da gelmesi. Konserler harika şeyler. Burada ise uygulamalar ve platformlar üzerinden yeni bir emek simsarlığı mekanizması söz konusu. Platformlar bir simsar gibi tam ortada duruyorlar. Nihai işveren ve nihai işçiyi bir araya getirip gelirden pay alıyorlar.

Şimdi, dediğim gibi platform ekonomisi işgücünü üç kategoriye ayırıyorum. Bunların hepsi prekaryanın bir parçası. İlk bölüme servis ekonomisi (concierge economy) adını veriyorum. Bunlar etrafta dolaşıp hizmet işleri yapan, arabanızı park eden ya da bu tür ufak tefek işleri yapan insanlar. Meslek sahibi değiller ama ufak tefek işler yapıyorlar. Bu tür işleri yapmak zorunda kalan milyonlarca insan olduğunu biliyoruz. Durumları pek hoş değil ama eğer korunup biraz ekstra gelir elde ederlerse, tehlikeli bir durumdan da söz etmiyoruz.

İkincisi ise küresel olarak çok önemli. Ben bunlara görevliler (taskers) diyorum. Görevleri yerine getirmeleri için bilgisayarlar ve uygulamalar aracılığıyla işe alınan insanlar bunlar. Yüzlerce farklı görevi çevrimiçi olarak yapıyorlar. Küreselleşmiş işgücünün bir parçasılar. Yani uluslararası bir şirket, bir simsar/acentenin çevrimiçi reklamlar aracılığıyla bulduğu, dünyanın dört bir tarafındaki insanlara iş yaptırabiliyor. Bu durumda milyonlarca insanın, nihai işverenin kim olduğunu bile bilmeden, internet üzerinden iş yaptıklarını söyleyebiliriz. Aslında artık işgücümüzün büyüklüğünü de bilmiyoruz. Telefon açıp bir hizmet istediğinizde Hindistan’da ya da Türkiye’de çalışan biriyle konuşabiliyorsunuz. Bu, Türk işgücünün aslında göçmen olmayan bir göçmenden kazanç sağladığı anlamına geliyor. Peki, Türk işgücünün büyüklüğü nedir? Bunu bilmiyoruz. Aynı şeyi İngiltere için de bilmiyoruz. Bu önemli, çünkü genel olarak işçilerin pazarlık pozisyonunu zayıflatıyor. Bunu anlıyorsunuz değil mi?

Kesinlikle, peki ya üçüncü kategori?

Platform ekonomisindeki üçüncü kategori ise benim “çağır ve yaptır” (beck and call) dediğim insanlar. Sözleşmeli çalışıyorlar ama ne zaman herhangi bir iş yapmaları gerekip gerekmeyeceğini ve bunun için ödeme alıp almayacaklarını bilmiyorlar. Cep telefonlarının ya da bilgisayarlarının başında oturup bir şeyler yapmak için emir gelmesini bekliyorlar. İnanılmaz derecede stresli bir durum. Zamanlarını boşa harcıyorlar. Her an hazır olmak zorundalar. Bu özel bir sömürü ve baskı biçimi. İşte bu yüzden üç kategoriyi birbirinden ayırmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Küresel ekonomimiz gelişmekte olan pek çok ülkede insanlar için katlanılması imkansız koşullar yarattı. Afrika’nın ve Orta Doğu’nun büyük bir bölümünde uzun süre çalıştım. Oradaki koşullar insanları çatışmalara sürüklüyor, yaşamaya değmeyecek bir hayattan kaçmaya zorluyor.

Günümüzün büyük meselelerinden biri de mülteci krizi. Tüm bunları bu açıdan nasıl değerlendirebiliriz?

Göçmenlerin şeytanlaştırılması bence çağımızın en üzücü olgularından biri. Geçmişimize bakarsanız, belki hepimiz değil ama çoğumuz göçmeniz. Ben bir göçmenim, sen öyle misin, bilmiyorum. Geçmişime dönüp baktığımda, farklı ülkelerden ve farklı kültürlerden gelen çeşitli akrabalarım olduğunu görüyorum. Bu çok güzel bir şey. Bunda yanlış olan ne var ki? Kozmopolit değerlere inanıyorum. Çok kültürlü bir toplumdan hepimizin kazançlı çıkacağına inanıyorum. Irkçılığın kötü olduğu kadar aptalca da olduğunu düşünüyorum. Farklı yerlerden gelen insanları şeytanlaştırmak bence zeka eksikliği belirtisi. Demek istediğim şu; dünyanın farklı yerlerinde nefret ettiğimiz kültürel şeyler var. Söz konusu mülteciler, göçmenler ya da zor durumdaki biri olduğunda, şeytanlaştırma kategorilerini kullanmamalıyız. Sonuçta bu acınası bir durum. 

Elbette bir kriz yaşıyoruz, çünkü küresel ekonomimiz gelişmekte olan pek çok ülkede insanlar için katlanılması imkansız koşullar yarattı. Afrika’nın ve Orta Doğu’nun büyük bir bölümünde uzun süre çalıştım. Oradaki koşullar insanları çatışmalara sürüklüyor, yaşamaya değmeyecek bir hayattan kaçmaya zorluyor. Avrupa’daki bizler de üzgünüz, çünkü insanların Avrupa’ya akın ettiğini düşünüyoruz. Teknelere bakıyoruz ve tüm bunları düşünüyoruz. Bariyerler yükseliyor ve sağcı politikacılar korkulara oynuyor. Ancak dikkatimizi kurbanlar üzerine yanlış şekilde yönlendiriyoruz. Bundan daha iyisini yapmalıyız.

Mülteciler bazı politikacıların iddia ettiği gibi büyük bir zarara yol açmıyor. Pek çok ülke çok sayıda göçmene sahip olarak başarılı oldu. Özellikle ABD, İngiltere ve Almanya. Oldukça iyi durumda olan tüm bu büyük ülkeler oldukça fazla sayıda göçmene sahipler. Mağdurlara odaklanmak tamamen orantısız ve popülist bir yaklaşım.”

Çözüm için nereye odaklanmalıyız?

Dehşetli bir yaşamdan kaçan insanların üzerindeki baskıyı azaltmaya odaklanmalıyız. Mülteci durumunu yönetmemiz gerektiği açık. Mültecilere saygılı davranmalı ve çözümler bulmalıyız ama mülteciler bazı politikacıların iddia ettiği gibi büyük bir zarara yol açmıyor. Pek çok ülke çok sayıda göçmene sahip olarak başarılı oldu. Özellikle ABD, İngiltere ve Almanya. Oldukça iyi durumda olan tüm bu büyük ülkeler oldukça fazla sayıda göçmene sahipler. Mağdurlara odaklanmak tamamen orantısız ve popülist bir yaklaşım.

Tüm çalışanların daha adil koşullarda yaşadığı bir ekonomik düzeni yaratmak için hangi adımları atmalıyız?

Bence gelir dağılımı sistemimizi değiştirmeliyiz. Temel geliri bir hak haline getirmeliyiz ki insanlar sevdikleriyle, toplumla ilgilenmeye daha fazla zaman ayırabilsin. Kolektif duygumuzu, kolektif örgütlerimizi güçlendirmeli, bu örgütleri değiştirmeliyiz. Devletin çok daha demokratik hale gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Demokrasiyi, müzakere ve sosyal dayanışmanın temelini oluşturduğu kadim çizgide yeniden inşa etmeliyiz. Kültürel, sosyal ve doğal kaynaklarımızı yeniden değerlendirmemiz gerektiğine inanıyorum. Bu kaynaklar hepimize ait olan şeyler. Parklar da, toplumda herkese ait olan harika miraslar da bunlara dahil. Tüm bunları yeniden inşa etmeliyiz. Eğer bunları yeniden inşa edersek, dayanışma ruhuna ve karşılıklılık normuna hak ettikleri saygının gösterildiği, daha iyi bir toplumsal biçimi ortaya çıkarabiliriz. Bana göre bunlar için güvensizliğe oynamayan ve eşitsizliği arttırmayan yenilikçi bir siyaset anlayışı gerekli. Hükümetlerin mevcut yönelimleri çok kötü ve bunu değiştirmemiz gerekiyor.

İÇİNDEKİLER

FASİKÜL 1: GİG EKONOMİSİ
Kompleks'in ilk fasikülünde gig ekonomisini derinlemesine inceliyoruz. Tarihsel süreçten kapsadığı iş kollarına; ekonomi-politiğinden işçi portelerine, güvencesiz çalışmanın yansıdığı güncel alanlara odaklanıyoruz.
BÖLÜM 1
GİG EKONOMİSİ 101
BÖLÜM 2
BUGÜNE YANSIMALARI
BÖLÜM 3
İNSANA YANSIMALARI
BÖLÜM 4
KÜLTÜRE YANSIMALARI
BÖLÜM 5
GELECEK
Paylaş

KOMPLEKS BÜLTENİNİ TAKİBE ALIN!​