İÇİNDEKİLER // KLOG

Teknofeodalizmin algoritmik bir tüketim anlayışını alım satımın merkezine oturtması dolayısıyla piyasa adı verilen ama aslında metaların dolaşımının zaman-mekânından başka bir şey olmayan, sınırları an itibariyle dünyanın sınırlarıyla eş, küresel ekonomik döngü alanını ortadan kaldırdığı doğru olsa da, bu yalnızca piyasa insan merkezli, dolayısıyla insan arzusu temelli bir şey olarak kavrandığı sürece, özetle insanı baz aldığı müddetçe anlamlı bir çıkarım. Oysaki algoritmik davranış modifikasyonları ve modülasyonları üzerinden işleyen hiper-piyasalar, yalnızca bir test ya da beta sürümü olarak görülmeli: Metaların dolaşımını şimdilik insan ve onun plastik arzusu dolayımlıyor, uzak olmayan bir gelecekte ise böyle olmayacak.

Eski piyasa anlayışı, Smithçiliğe kadar uzanan klasik iktisat, arz talep ikilemesini bir aksiyom olarak alıyor ve piyasayı verili bir rekabetin oyun sahası olarak görüyordu. Arzunun sınırları görece belliydi, dolayısıyla talep de. Sürekli şekil değiştiren şey ise arzdı. Girişimciliğin henüz var olmadığı, rekabet alanlarının verili olduğu ve “daha iyi hizmet”in her şeyi ifade ettiği, iktisaden koşullu bir alan. Bu bağlamı alttan alta aşındıran iktisadi gelişim ilkesi, diğer taraftan, arzın bir incelmesi olarak nitelenir: “Temel ihtiyaçlar” kategorisinin sürekli bir genleşimi, en nihayetinde ise balon gibi patlayışı. 1929 krizi sonrası da bu patlamayı işaretler: Temel ihtiyaçların tümünün karşılanabilir olduğu iktisadi bir koşul sağlandığı an (birikim imkânsızlaşacağından) sistem hata verir ve yeniden şoklamak gerekir onu (“yeniden biriktirmek” adına). Keynesyen iktisadın revaçta olduğu ve sükse yaptığı periyot budur. Artık temel ihtiyaç kategorisi bir şey ifade etmez, dolayısıyla “arz talep dengesi” de. Bundan böyle yegâne ihtiyaç üslü bir tarzda talebin üretimi olacaktır: İronik bir iktisadi kategori olarak yan ihtiyacın ya da “lüks”ün temellenmesi. İlksel hâliyle libidinal ekonomi.

Kriz piyasanın her açıdan gelişiminin dinamosu, motorudur ama asıl önemli olan şey sistem şokudur: Krizler her zaman kapitalist paradigmaların değişiminin sinyaliydi (2008’de de gördüğümüz gibi). Kriz gelişimin yalnızca negatif koşulu, pozitif koşul ise her daim sistem şoku: Sistemin bir önceki yamasının aksiyomatize ettiği tüm önermelerin (ya da Foucaultcu bir tabirle sözcelerin) çözülmesi, yerine yenilerinin koyulması, diğer bir deyişle yepyeni bir yamanın imali. Her ne kadar her yama kendini limit olarak alsa da, bir diğeri tarafından limitlenir ister istemez: Temel ihtiyaçların belirsizlik arz eden sürekliliği yeterli ve gerekli koşuldu bir zamanlar, oysaki talebin, dolayısıyla tüketimin arzı şartlamasıyla birlikte temel ihtiyaç herhangi bir ihtiyaçtan yalnızca “moda”sının geçmemesiyle ayrılır: İlk yamadan ikincisine, üretim kapitalizminden tüketim kapitalizmine. Hâlâ üretici bir kapitalizm, ama tüketimi ürettiği kadarıyla.

Bir meta-aksiyom olarak “büyüme ilkesi” bu bağlama girmese de, bu bağlamı üst tanımlasa da, her sistem şokunun kapitalizmin ayna imgesi olarak komünizme teğet geçtiği kesindir. Jean Baudrillard’ın erken dönem anti-Marksist metinlerindeki büyük keşfi de buydu hâlihazırda: Aynı temel ilkeyi, üretimi benimsemesi itibarıyla komünizm kapitalizmin yerini asla alamaz, ama kesinlikle onun ufkunu belirler ve tabii ki sürekliliğini sağlar; sanal kalmaya mahkûm ikizidir onun bir bakıma. Her kriz döneminin “neredeyse devrim”i andırması bundan. Sabit sermayenin genişletilmesiyle ve bir önceki yamanın zenginliğinin seri üretim vasıtasıyla genelleştirilmesiyle birlikte, sermaye her daim “bıçak ağzı”nda sabitlenir. Kâr oranı düşmeye eğilimlidir ama tek bir şartla: Zenginliğin rötarlı dağıtımı, parça parça kamusallaştırılması. Bu anlamda kapitalizm, komünist imgelemin vaatlerini taksit taksit ve çarpık bir şekilde gerçekleştiren sistemin adıdır. Fordist toplumun bağlamında arabalı işçi hayal edilemezdi, post-fordist toplumunkinde ise arabasız. (Birinci dünya ülkelerinin mükemmel örneklemini oluşturduğu zamansal yarık ya da ivmelenme: Politik doğruculuğun otuz yıllık bir rötarla Üçüncü dünya ülkelerine varışını düşünün.)

Reklamın bir meta-istihdam alanı hâline gelişi, kısacası tüm sektör ve disiplinlerin reklamla bağlantılanması kapitalizmin arzuyu dosdoğru üretken bir şey olarak görmeye başlamasıyla eşzamanlı bir olguydu ve Gilles Deleuze ve Félix Guattari “arzulama-makineleri”ni keşfetmeden yaklaşık kırk yıl evvel gerçekleşmişti. Bu anlamda “ürün yerleştirme” denen şey, reklamın ereğine ulaşmasından başka bir şey değildir: Bir ürünün içine diğerini yerleştirmek, ta ki neyin reklam olup olmadığı anlaşılmayana dek (Yalnızca marka adlarının diziselleştirilmesinden oluşan rap parçalarını düşünün). Bunun için sermayenin imgeselleşmesi şarttı, çünkü kendini sınırsızca kopyalayabileceği alan ya da düzlem imgesel olabilirdi ancak. Guy Debord’un yanılmadığı nokta budur: Yeterince doygunlaşan sermaye imgeye göçer fakat o vakit de reklamdan ayırt edilemez olmaya başlar. Fraktal bir şekilde bölünür, giderek küçülür, bir matruşka gibi yapılanır tam da. Nasıl ki meta üretiminin mistifikasyonu metanın imgeselleşmesine mahal verdi, metanın imgeselleşmesi de bir imge olarak sermayenin sonsuza dek birikeceği düzlemin imalatına yol açtı. Dijitalleşme bir yan etki değil kaçınılmaz bir süreçti.

Analog reklam ile dijital reklamı birbirinden ayırt eden faktör, ilan ile reklamı birbirinden ayırt eden faktörle aynıdır: İmgenin belirtme değil arzulatma amacıyla kullanılması. Bugün reklamların hikâyeleştirilmesi, klasik reklamcılık anlayışının mümkün tüm basmakalıpları tüketmesi sonucunda krize girmesiyle birlikte baş gösteren bir kurtarma girişiminin ifadesidir, giderek demodeleşen bir yaklaşımı bir tür mikro-Hollywood imgeleminin işe koşulmasıyla muhafaza eder: Alıcı ile satıcı arasındaki aracı olarak reklam. Tabii ki bu, reklamın, reklamı yapılan şeyi “insani hissettirme”siyle ilgili olduğu oranda kendini ele verir açıkça. Oysaki reklamın işlevi bugün tersidir: Satıcı ile alıcı arasındaki bağı güçlendirmek değil, alıcının ta kendisini makineleştirmek.

Analog reklam, doğası gereği bu işlevi yerine getiremezdi; psyop’ların sonuçları ancak tüm işlem sona erdiğinde incelenmesi imkânlı bir veri toplamıydı (Televizüel takip verisi yani reyting de bu cinsten fakat günümüzde ilkel bir veridir). Dijital reklam ise psyop’lardan çok algoritmalarla işletilir ve kapalı devre bir bildirimden ziyade uçu açık bir geri bildirim döngüsüne göre çalışır; iletişimsel olmaktansa etkileşimseldir: Reklam artık bir ürünü satın almanızı sağlayan gösterge değil, toplanan “kullanıcı verileri”niz aracılığıyla mevcut ürünün geliştirilmesini ve muhtemel ürünün üretilmesini mümkün kılan arayüzdür. Ve tabii ki dijital davranışlarınızın tadil edilmesini de. Bir spekülatif reklamcılık mı? Hayır, telematik bir arge diyelim. Artık ürün ve reklamı arasında bir fark yok, hatta süreç genellikle tersinden işliyor günümüzde: Önce reklam var, sonra ürün. Bu anlamda reklamla her etkileşim, reklamı yapılacak bir diğer ürün için bir sinyalleme, o kadar. Bir bildiri değil bir “açık çağrı” olarak reklam.

Bu anlamda reklam hem hype hem de hyperstition’dır. Hype’tır; çünkü ürün henüz piyasaya çıkmadan, hatta üretilmeden önce bile reklamı yapılabilir ve buna rağmen (daha doğrusu bu sayede) var olan bir üründen çok daha fazla “satış” yapabilir, arzulanan şey üründen ziyade ürünün imgesi olduğu düzeyde (Bu durumun mükemmel örneği, kimi ayakkabı markaları tarafından satılan “giyilemeyen ayakkkabı”lardır). Hyperstition’dır; çünkü imge var ettiği, dolayısıyla imgelediği şeyi edimselleştirme kuvvetine sahip olduğu oranda, reklam aracı değil yaratıcı bir işlev kazanır (“Görülme” sayısı “üretim hacmi”ni belirlemeye başlar ve ürün denen şeyi reklamın kendisinden ayırt edilemez kılar). Bu anlamda ürün reklamın uzantısıdır, yoksa tersi değil.

Bugün “üretim süreci”ndeki öncelikli ve katmerli maliyetin ürünün üretimindense pazarlanmasına ayrılması başlı başına bir semptom bu bağlamda. Ve negatif bir semptom tabii ki: Muhtemel, hatta mevcut erimi üzerinden düşünüldüğünde piyasa diye bir şey yok artık, çünkü piyasa, satış alanı, giderek tekelleşmeye meylediyor ve dijital olması itibarıyla sınırları belirlenemez bir kapsama sahip. Yanis Varoufakis haklıdır: Amazon fiziksel bir kitapçı olamazdı, çünkü hiçbir kitapçıda üç milyar kitap satılamaz. Piyasa niye yok peki? Çünkü piyasa varlığı itibarıyla karşı durduğu iktisadi yapı tarafından ihtiva edildi ve iptallendi: Hiçbir şey üretmeden zenginlik üreten, bunu da üretilen zenginlikten sürekli ve değişen ama giderek artan bir oranda pay alarak yapan, kâra değil kira arttırımına göre sermaye devşiren bir düzenek. Teknofeodalizm, bu anlamda rekabetin, dolayısıyla piyasanın, öyleyse kapitalizmin sonudur: Rekabetin kendisi onun içinde anlamlıdır belki hâlâ, onun için değildir ama. (Steam gibi platformların “ana sayfa”ya çıkardığı ürünlerin satışı üstünden yüzde seksene varan bir pay alması ise satışı yapılan şeylerin dijital olmasından, yani sürekli kopyanabilirliğindendir: Satıcı “toplam satış”la ilgilenir, “verili kayıp”la değil.)

Rekabetin sonunun ise arzunun otomasyonuyla eşanlamlı olduğunu görüyoruz. Eğer ki tüketim en az üretim kadar verimli kılınabiliyorsa, geçmiş ve anlık verilerin işlenmesiyle geleceğe dönük olarak koşullanabiliyorsa, kısacası öngörülebiliyorsa, rekabet ancak dikkati odağına alarak şekillenir ve iktisat da bu şekilde “dikkat ekonomisi”ne evrilir. Fokal bir katalaksi içindeyiz. Artık mesele ne temel ihtiyaçların karşılanması ne de lüks düşkünlüğünü baki kılmaktır, daha ziyade satın alım davranışlarının mikro analizi vasıtasıyla, nicelikselleştirilmiş tüm etkinliklerin dijital kaydıyla arzunun makineleştirilmesidir; bir tür sabit sermayeye çevrilmesidir. Diğer bir deyişle, algoritmik insanın keşfidir. Beni beden daha iyi tanıyan, ne istediğimi bilen ve karşıma çıkaran şeydir reklam artık, onunla etkileşim hâlinde olduğum sürece onu eğittiğim ve bu yolla da onun beni eğittiği, daha doğrusu şartladığı, ilkin karşılıklı bir doğru, son kertede ise bir sarmal biçimindeki bir geri bildirim döngüsünün yürütücüsü bir algoritma, bir davranış işlemcisidir diyelim.

Bu bağlamda reklamcılara satılan veriler, tıpkı devlete ödenen vergiler söz konusu olduğunda olduğu gibi, veriyi sağlayanın faydası için değil, onun giderek sıkılaşan bir tarzda kontrolü içindir. Dijital arzunun yayılım grafiği ya da belirteci olarak veri, bu bağlamda arzunun hipotetik nesnesini ve spekülatif yönünü belirler; bu algoritmik devrenin içinde salındığı müddetçe üssel olarak makine tarafından kodlanan bir şeydir artık. Bu ise iktisatla birlikte siyasetin de sonudur: “Özgür irade sorunu”nu makinenin iradeyi gaspıyla anlamsızlaştırmak. Cambridge Analytica skandalı, başkanlık seçimleri ile bir elektrikli süpürge arasında (tarafların konuyla ilişkilenme şekli açısından) yapısal hiçbir fark olmadığını gözler önüne sermişti. Bu perspektiften arzunun otomasyonu her şeydir, bu otomasyonun bekasını mümkün kılacak içeriklerin optimizasyonu da tabii. Bu anlamda şirket yapısı, salt kapitalistik bir oluşum olarak şirket, bireyle birlikte bu bireyin “özgürlüğünden sorumlu” yapıyı, devleti de sönümler: Kontrol görece, regülatör değil işgüzar olduğu sürece devlette, tersi senaryoda ise değil. Her şeyin ticarileşmesi, ticari olan ile olmayan arasındaki ayrımın yitimidir arzunun otomasyonunu tanımlayan.

Rekabetin sonu, arzunun otomasyonu, teknofeodalizm… Hepsi de Hayekci katalaksi hipotezinin aşırılaştırılmasına işaret eder: Hiper-katalaksi. Tüm mikro iktisadi yapıların bir makro iktisadi (ya da meta-iktisadi) yapının tekeline girmek ve bu tekelde kalmak üzere kendi aralarında uzlaşıma vardıkları, daha doğrusu buna zorlandıkları bir sistem. Tekelleşmenin yeni anlamı budur ve bu bir isim değil bir fiil, yani bir süreçtir: Rekabette önde olmak, “kazanmak” değil; rekabetin ev sahibi olmak, onu kontrollü bir deneye çevirmek. Pazarlamayı (DeleuzeoGuattariyen bir tabirle) socius’un gözeneklerine dek itmek, hücreselleştirmek. Marka olarak birey bu bağlama aittir: Kendini piyasanın imgesinde üreten insan. Her şeyi gören ve bilen konumundaki, özetle Tanrı konumundaki teknofeodal lordların mikro modelleri. Self-branding frenzy.

İstatistiğin bir fetiş nesnesine dönüşmesi tüm bu durumun bir göstergesiydi hâlihazırda: Impact ölçüm araçlarının (gerek impression, view, click, like gibi fonksiyonların, gerekse de türlü diyagram, tablo ve şemanın) raison d’être’i, herkesin herkesi nasıl daha iyi kontrol edebileceğini anlamayı kolaştırmak ve bu anlayışı “üst merci”lere bir veri havuzu ve bildirim akışı olarak sağlamaktır (“Üretici” ile “tüketici” arasındaki sayısal yarık da bunun toplumsal bir dışavurumu: Oransal olarak bakıldığında, internette üretilen içeriği bir avuç insan oluşturuyor, geri kalanlar ise tüketimi sağlayan infinite scroll zombileri gibi yaşıyor). Zekâyı yapay yollarla üretmeyi ve uygulamaya sokmayı öğrenmiş olan meta-marketin amacı ise en nihayetinde arzunun otomasyonu değil, süreç içinde arzunun ıskartaya çıkartılmasıdır tabii. Kapitalizmin sonundan, tekilliğin ufkundan bakıldığında, arzu otomasyonu bir gerikalmışlık göstergesidir en iyi hâlde, eğer bir oksimoron değilse ayrıca. Arzunun otomasyonu otomasyonun arzusunda yalnızca bir moment. Nick Land’in otuz yıl önce yazdığı gibi: “Yakın geleceğin içinden insana dair hiçbir şey canlı çıkmayacak.”