İÇİNDEKİLER // KLOG

Feminist Antifaşizm:

Ortak Olanın Karşı Kamusallıkları

Pınar Üzeltüzenci

Antik Yunanistan’ın agoralarındaki tartışmalardan Gezi Parkı’nın otonom dersliklerine Wall Street’in dayanışma meydanları ve dünyanın bir ucunu diğerine bağlayan internet ağlarının getireceği düşünülen muhalefet akıntılarına kadar mobilizasyon, diyalog, müzakere ve itiraz potansiyelinin kamusal alanlara içkin olduğu düşünülmüştür. Ancak agoralar veya internet, var olmuş her yeni kamusal alana asıl içkin olan, halihazırdaki eşitsizlikleri yansıtma hatta derinleştirme kapasitesidir zira patriyarkanın, devletin, sermayenin kıskaçları buralarda kendiliğinden yok olmaz bilakis keskinleşir. Kamusal alanlara dair bu eşzamanlı potansiyel ve açmazın Habermas’dan Negri ve Hardt’a sayısız düşünürün aklını kurcaladığı bilinir.

Polonyalı feminist akademisyen ve aktivist Ewa Majewska, Otonom Yayınevi’nin Türkçe’ye kazandırdığı son kitabı Feminist Antifaşizm: Ortak Olanın Karşı Kamusallıkları’nda, her şeye rağmen kamusal alanlardan umudu kesmenin ötekiler için seçenek dışı olduğunun altını çizerken, radikal bir karşı kamusallık yaratabilmenin de imkânını sorguluyor. Yazar, kamusal alanın egemen ideolojinin bize söylediğinin aksine hiçbir zaman kendiliğinden bir halk meydanı olmadığını ve hep güçlü olanın isteğine göre şekillendirildiği gerçeğini en çok bilinen kamusal alan kuramcısı Jürgen Habermas üzerinden gösteriyor. Habermas’ın evi özel, evin dışarısını da kamusal olarak kavrayan formülasyonunun sırf bu haliyle bile, başta kadınlar olmak üzere, sakatlar, yaşlılar ve çocuklar gibi ev içine kapatılmışları dışlamasıyla aslında egemen saiklerle düzenlenmiş olduğunu net bir biçimde ortaya koyuyor. (Siyonist İsrail’e destek için kaleme aldığı metinden de anlaşılacağı üzere Habermas belli ki hâlâ kamusal alanların ve insan haklarının belirli insanları dışlaması gerektiği düşüncesinde ısrar ediyor.) Kabul gören kamusal alan anlayışı bu liberal formül olduğu için de müzakere, diyalog ve itirazların yapılacağı bu ortak alana defacto alınmayanlar arasında, kadınların ve diğer avantajsız grupların yanında işçi sınıfının da olduğunu, kamusal alanın Fransız burjuvasisinin ilk ortaya çıktığı dönemlerdeki geleneğe uygun olarak orta üst sınıfların yeri olarak içselleştirildiği için hâlâ o şekilde analiz edilmeye devam ettiğini hatırlatıyor. Sonra asıl meselesine varıyor ve bu anlayışı kırmanın mümkün olduğunu, öncelikle kendi yaşadığı Polonya’dan sonra da dünyadan örnekler vererek savunmaya girişiyor. Dünyanın yavaş yavaş radikal sağa doğru çektiği son birkaç yıldır, artan baskılara hatta kadınlara, LGBTİ+’lara ve solculara yöneltilen ölüm tehditlerine rağmen sokak protestolarının nasıl büyüdüğüne ve internetin imkânlarıyla desteklenerek global grevlere yol açabildiğine dikkat çekiyor ve karşı kamusallıklar olarak adlandırdığı hareketleri mümkün kılacak olan tarihsel öznenin feminist bir antifaşist blok olduğunu öne sürüyor.

Asıl ilhamını aldığı, 1980’de Polonya’da bir işçi hareketi ve grevi olarak başlayan sonra da sendikaya dönüşen Solidarność hareketini merkezine koyan kitap, bu hareket ile 2016’daki Kadın Yürüyüşü (ABD ve diğer yerler), 2016’daki Kara Protestolar (Polonya) ve 2018’deki #metoo protestoları gibi olaylar arasında bağ kuruyor, hashtag’lerlerle yayılan sloganlarının öncülüğünde açılan kapıları sönüp gitmiş fırsatlar olarak görülmesine de karşı çıkıyor ve özellikle #metoo’nun kazanımlarını bir kere daha hatırlatıp umudu bırakma lüksün sahip olmadığımız konusunda ısrar ediyor. Umutsuzluğun kaynağını sistemin dayattığı neoliberal bireyciliğe bağlayan ve bu eğilim karşısında ‘zayıf direniş’i savunan Majewska, modası geçmiş hatta işe yaramaz olarak mimlenmeye teşne görülen dayanışma, etik ve farklı mobilizasyonlara hak ettikleri değeri vermemiz ve peşlerini bırakmamamız gerektiğini de iddia ediyor. Bu noktada bazı ideoloji kuramcılarının çokça düştüğü bir hata olduğunu ima ettiği sinik determinizmi ve elbette iletişimsel kapitalizmi eleştiriyor ve aslında manzaranın öyle olmadığını gösteriyor zira feminist, antifaşist ve anti-kapitalist bir bakış açısının üstlenilmesinin radikal bir kamusallığı yeniden kurmaya imkân verebileceğine inanıyor. 

Akademinin ve tarihçilerin işçi sınıfını çoğu zaman kuramlarının dışında bırakmalarının, kamusal alanda bu aktörlerin zaten baştan dışlanması demek. Majewska’nın bu eksikliği tespiti ve buna sorumlu olarak sadece siyasetçileri değil giderek daha çok kimlik odaklı çalışan ve sınıf etmenini neredeyse unutan neoliberal akademiyi işaret etmesi doğru. Bu noktada faşist devletlerin yanı sıra atomize olmuş bireysel öznelerin yaşadığı Batılı demokratik kamusal alanların ortaya çıkışına meydan okuyabilecek çözümün ancak feminist ve sınıf bilinci olan fikir ve toplulukların mücadelesiyle kazanılabileceğine dikkat çekmesi de yerinde. Ayrıca yazar politik etkinin ancak yaşanmış deneyimle birleştiğinde bir anlamı olduğunun altını çizerek kimlik faktörünü de konu dışına etmemesi ve hatta politik etkiyle palazlanacak bu deneyimlerin sürdürülebilir bir kamusal alan inşa etmede taşıdığı önemi sık sık vurgulaması da.

Elbette yazarın örneklediği büyük protestolara benzer genişlikte ve yaygınlıkta hareketlerin her zaman mümkün olmadığı aşikâr. Ancak yazar kitabın son bölümünde sunduğu ‘zayıf direniş’ kavramıyla mücadelenin gündelik hallerinin de mümkün ve etkili olabileceğini savunuyor. Başarısızlık, risk ve zayıflık gibi olumsuz gibi görünen sıfatlarla tanımlanan zayıf direnişlerin aslında kahramanlık mitinin tersine çalışması ile tek bir kurtarıcıya değil dayanışma ve iş birliğini vurguladığını belirterek kadınlara atfedilen zayıflık özelliğini ters yüz etme potansiyeline sahip bu kavramın son derece feminist olabileceğini gösteriyor. 

Genel olarak sunduğu umut ve isyan teşviki ile kitap gitgide yerleşik hale gelen küresel umutsuzluk ve sinik atmosferin içinde bile pozitif bir taraf göstermesiyle önemli. Bazı anlarda çeşitli kuramcıların kavramlarıyla girdiği tartışmalarda yorucu olabilse de günümüz siyasi zorluklarını ele alarak çeşitli mobilizasyonları anlamak ve desteklemek için sunduğu çerçeve ile teşekkürü hak ediyor.