Between Two Worlds

Bir Prekaryanın
Öyküsü

Sigorta priminin tıkır tıkır tıkır ödendiği, meslekte bir marka olup iş arkadaşlarımı (bir deterjan markası gibi) diğerleri olarak geride bıraktığım, patrona içtiğim sigara ve verdiğim tuvalet ihtiyacı molası sebebiyle başımı eğmek zorunda olduğum, havucu hak etmek için ek mesailere kaldığım ve cinsiyetten dolayı haksızlığa, tacize, mobbinge, eşitsiz gelire maruz kaldığım bir mesleğim yok. Buna ‘asıl meslek’, ‘gerçek meslek’ adı veriliyor.

Geçenlerde oğlunun gerçek bir mesleğe sahip olduğunu düşünen 50 kuşağından bir teyze tiyatro metin yazarlığı bölümünden mezun ve iş bulmakta zorlanan bana doğru dönüp; “Artık inşaat mühendisleri bile iş bulamıyor kızım…” dedi alaycı bir göz devirmeyle. Daha akıcı bir dille ifade etmek gerekirse; “Sermayenin esiri olmuş siyasal iktidarların bütün para politikalarına ayak uydurup; modern toplumun neredeyse yarısından fazlasını oluşturan işçi ve emekçilerin kazanımlarını korumalarına daha insanca bir yaşama kavuşmalarına hiç destek olmadık / olamadık. İşbu durumda biricik evladımızı garanti huzur ve para getirecek olan sektöre yönlendirdik. Gelgelelim bugün insanların en temel ihtiyaçlarından biri olan barınma hakkı bile türlü çeşitli yollardan gaspa ve sekteye uğruyor ve dolaylı yoldan benim oğlum işsiz kalıyor. Sense geçmiş karşıma bu ülkede yalnızca ‘gerçek bir mesleği’ olan insanların hobi olarak tercih ettiği bir şeyden para kazanamadığını söylüyorsun. İsyan etmeden önce bir durup, kendini sorgulamalısın.” demeliydi. 

Zira toplumsal, siyasal, ekonomik veya kültürel alanda yaşanan olumsuzlukların bireye yıkılmasını da kanıksamış bir histeri hali mevcut. Erke ve toplumsal düzeni sağlaması gereken hükümete başkaldırmayan/kaldıramayan, her an hıncını bireyden çıkaran bir toplum yapısı oluşturdu.  Kimse devletten, erkten, sistemden, sermayeden bir şey istemiyor, işin kötüsü hakkı olanı da istemiyor! 

İçimizde köklenen şükür ağacı

Pragmatik biri olmaya çalışarak bir süre freelancer metin yazarlığı ile geçimimi sağladım. Umutsuzluğa, karamsarlığa, depresyona düşme ayrıcalığına sahip bir sınıftan değilim çünkü. Kazancımın mental ve akıl sağlığını iyileştirmeye veya stabil tutmaya yetemediğini fark edene kadar sürdü bu durum. Öte yandan çevremdeki insanlara baktığımda ekonomik krizin yarattığı bu düzlemde “hayatta kalabilmek” için çoğunun içinde kocaman bir şükür ağacı köklendi. “Garantisi olmasa da işin var en azından” zamanında “Ben artık freelancer olarak da çalışmayacağım” demek ciddi bir vicdan muhakemesine sevk ediyor insanı. Nitekim sorgulamanın sonunda sorumlu ve suçlu siz oluyorsunuz. 

Kaldı ki güvenceli, sözleşmeli, kadrolu, kariyer vaad eden, sigortalı, primli, düzenli, özlük haklarının gözetildiği “gerçek bir işte” çalışıyor olsanız bile para politikalarının geldiği noktada aylık kazanç; ne harcanan zamana ne de dinlenecek zamana yetmiyor. Çok küçük bir kesim dışında herkes kendini yetiştirmeye, işi yetiştirmeye, zamanı yetiştirmeye, maaşı yetiştirmeye devamlı olarak hayatı yetiştirmeye çalışıyor. Bu fotoğrafta da mutlu bir insan yok. Neden “gerçek bir iş” aramalıyım?

Kriz tabii ki yalnızca Türkiye’nin gerçeği değil. Guy Standing, 2016 yılında yaptığı TED konuşmasında; “… dünyanın işgücü arzının dörde katlandığı, ekstra 2 milyar insanın küresel emek piyasasına dahil olduğu bu dönemde Avrupa, Amerika ve Japonya’daki ücretler üzerinde aşağıya doğru giden büyük bir baskı oluşturdu…” diyor. Nitekim bugün ister beyin gücüyle ister beden gücüyle olsun bu kontrolsüzce büyüyen pazar ve piyasaların görünmez eli, insan emeği oldu.

Peşi sıra akla gelen soru ve sorunlar bulanık sularda seçilemiyor çünkü Türkiye’de çalışan kesim ya kaygan zeminde kısa vadeli havuçlar peşinde ya KHK kıskacında harcanan haklarının peşinde ya da insani koşullardan yoksun iş ortamında, zamansızlık içinde talep edilen kaliteli ürün/hizmet verebilme koşulu ile hayatta kalmaya çalışmakta. Neden koşuyoruz? Nereye doğru koşuyoruz? Nasıl olacak? Nereye kadar böyle gidecek? Tüm bu cevapsız soruların bıraktığı belirsizlik üzerimize göre dikilmiş gibi… 

Guy Standing, konuşmasının devamında yakın gelecekte küresel ekonominin varacağı kaçınılmaz sonu ön görürken şunları ekleyerek; “…ücretlendirmeler artacak gibi gözükmüyor, giderek büyüyen bu eşitsizlik ve güvencesizliğin altında dünyada yeni bir sınıf yapısı şekilleniyor, biz vatandaşların entelektüel, politik olarak yüzleşmek zorunda olduğu bir sınıf.” diyor. 

Yakın zamanda en az kendi iş hayatım (Türkiye’de sadece hayatım) kadar gerçek bir hikaye ile yüz yüze kaldım. Ait olduğum ve toplumun da yüzleşmesi gereken prekarya sınıfında daha önce duyduğumuz ama şimdiye uyarlanmış hikayeler çoğalıyor.

 

Etik bir sorudan daha fazlası

Fransız roman yazarı ve film yapımcısı olan Emmanuel Carrere’in yönetmenliğini üstlendiği son filmi Between Two Worlds (2021), sanatçı ve materyal kullanımı bağlamında etik değerleri tartışmaya açarken; büyük oranda bu yazının da konusu olan  gig ekonomisinin yarattığı zorluklardan realist bir kesit sunuyor. 

Film dramatik yapısını, sosyolojik ve sosyo-ekonomik alanda saha çalışması yapacak profesyonellikte bir araştırmacı olmamasına rağmen gerçek kimliğini gizleyip, yeni kitabına materyal toplamak için gig işçilerinin dünyasına giren bir yazarın, etik açıdan nasıl karşılanacağı üzerinden kurup; bu karşılaşmaya değin gig ekonominin yarattığı düzlemi ve gig işçilerinin yaşadığı mağduriyetleri Marianne karakteriyle adeta ‘sınıfsal safari’ yapan bir yazarın anlatıcılığı aracılığıyla gösteriyor.

Bu bağlamda film hakkında birçok eleştirmen ve entelektüel yazar, filmin etik bir sorunu tartışmaya açtığını savunadursun; bu yazı istihdam vaad eden kurumların, yaratılan gig ekonomi sayesinde istikrarı olmayan güvencesiz iş ortamındaki işçileri ne denli sömürdüğüne dikkat çektiği için yazılmıştır. Kısacası filmin, sanatçının ve materyale nasıl yaklaştığını bu yaklaşımın ne kadar ahlaki olup olmadığını tartışmaktan daha fazlasını söylediğini düşünüyorum. Öyle ki;  film ilk sahneden bürokrasiye karşı haklı bir isyan ile açılıyor.

Üç çocuk annesi bekar bir kadın olan Chrystele’nin yeniden güvencesiz iş ağında iş arayışına girebilmesi için kuruma bizzat getirdiği belgelerin sistemde bulunmaması üzerine çıkardığı tartışma esnasında anlıyoruz ki; Chrystele, kurum ve kurum çalışanlarına karşı güvensiz ve güvencesiz iş ağındaki yoğunluk dolayısıyla ertelendiğinin de içten içe farkında. 

Chrystele’nin bu haklı isyanına karşılık kamu çalışanlarının ve müdürün kayıtsız, soğukkanlı tutumu ise Kuzey Fransa’daki işsizlik ve güvencesiz işçiliğe karşı tutumun küçük bir portresi. Hemen akabinde devam eden sahnede Marianne karakterinin iş başvurusu görüşmesini izliyoruz. Vasıfsız işçi kriterlerinin ve tanımlamalarının konuşulduğu sahnede Marianne, burjuva ve entelektüel bir yazar olarak sürdürdüğü dünyasına yansıtılan liberal kapitalizm ‘etiketlerinin’ artık bir karşılığı olmadığını ve bu dünyanın farklı bir dünya olduğuna dair ilk bireysel deneyimini ediniyor.

Alphan Telek’in “Hepimiz Prekaryayız” adlı kitabında prekaryanın tanımlamasını yaptığı üzere; Marianne,“…iş bulmakta zorlanan, iş yerinde yöneticileri karşısında güçsüz olan ve yöneticilerinin sözünden çıkamayan, hedef / performans sistemi altında stresle boğuşan, aylık geliri harcamalarına yetmeyen, krediyle yaşamak zorunda kalan, vergilere tepki duyan, tatil yapamayan, siyasetçilere güvenmeyen, stres ve öfkeyle yaşamak zorunda bırakılan, aldığı eğitimle yaptığı iş arasında dağlar kadar fark olan ve en nihayetinde kendi hayatı üzerinde kontrole sahip olamayan…” bir grup gig işçi ile temizlik hizmeti verebilmek için eğitim almaya başlıyor. Eğitimin teorik olarak verildiği sahnede eğitmen, sektörün olanaklarını ve kariyer basamaklarını kendisinden örnekleyerek anlatırken; bu fırsatların sanıldığı kadar kolay yakalanacak şeyler olmadığını, yalnızca ‘çok istemekle’ veya ‘çok çalışmakla’ mümkün olamayacağını öğreniyoruz. 

Örneğin, temizlik hizmetini alan kişi tarafından görmezden geldiğindiğinizde göstermeniz gereken bir dizi dil tavrın eğitiminden geçmeniz gerekiyor: Gülümse, Merhaba de, Vedalaş, Teşekkür et. Bu dil tavrın sürdürülebilir olması için bireysel haysiyetimizden ödün vermeniz gerekiyor. Filmin trajik boyutunu tam da bu gerçekçi yaklaşım üstleniyor.

Aynılar aynı yere

Özel bir temizlik şirketinin bünyesinde ilk iş günü karşılaştığı zorlayıcı koşullar, onur kırıcı yaklaşım ve mobbing ile birlikte Marianne, gig işçisinin hakkını aramak bir yana bir gig işçisi olarak haklarının olduğu yanılsamasına kapıldığını fark etmesi de uzun sürmüyor. Bu ilk iş deneyimindeki tutumu nedeniyle de Marianne, gig işçiler arasında “Komando Operasyonu” olarak adlandırılan “Cuistrehan” feribotlarında çalışmaktan başka çaresinin olmadığını görüyor. Bu süreçte Marianne, sosyal eşitsizliğin yalnızca zenginler ve yoksullar üzerinden değil kadın ve erkek üzerinden de olduğu gerçeğiyle de yüzleşiyor.

Filmin dramatik yapısını taşıyan çatışma, Chrystele ile aynı iş ortamında çalışacak olan Marianne’in iç çatışmalarını, şüphelerini, duygularını, yorgunluğunu perçinlerken, Marianne babasını kaybettiğinin haberini alıyor. Fakat filmde bu olay sözsüz geçen 2 dakikalık bir sahne dışında ele alınmıyor çünkü filmin sözü ve odağı buna benzer tercihlerle oldukça belirgin; biz seyirci olarak hala istediği vakit Paris’teki “ışıltılı” hayatına geri dönebilecek imkanı olan Marianne’i değil, emeğin sömürüldüğü, bir günde iki vardiya çalışarak 230 odalı feribotun her odasına maksimum 4 dakika ayırabilme koşuluyla güvencesiz çalışan temizlik işçisi kadınları ve çatışmanın sonucunda verecekleri tepkiyi merak ederken buluyoruz kendimizi. Daha açık bir ifadeyle hikayede bu ölüm haberi tercihen kullanılıp, üzerinde durulmuyor. Ebeveyn kaybı bu mücadelenin altında kalıyor. 

Bu mücadele içinde gördüğü dayanışma ve yardımlaşma ağına kendini iyiden iyiye kaptıran Marianne’nin Chrystele, Cedric, Marilou ve diğerleriyle kurduğu bağı yalnızca bir kitaba malzeme olarak kullanılacağına dair en ufak bir şüphe kalmıyor. Çünkü “görünmeyeni görünür kılmak için” kendinden ve hayat standartlarından fedakarlık etmesi Marianne’i bir “kahraman” olarak görmemize yetmiyor. Marianne karakteri bir anti kahraman olarak film boyunca karşılaştığı haksızlıklara ve sürdürülen dayanışmaya dair yalnızca üstenci bir bakışla şaşkınlık, hayranlık veya acıma duyuyor. Dolayısıyla Marianne’nin filmin tamamına yayılan bu eleştiri yoksunluğu ve eylemsizliği, küresel çapta yükselen sosyal adaletsizlik ve güvencesiz işçilik meselelerine karşı; Marianne Winckler gibi entelektüel yazar ve çevrelerin, orta üst sınıfların  neden, nasıl, ne şekilde ve hangi değerlerle yaklaşarak konumlandığını işaret ederek bunu düşünmeye sevk ediyor.

Finalde Chrystele’nin de söylediği üzere;

“Evet, haklısın. Herkesin yeri ayrı.”

Nitekim filmin finali de gig ekonominin yarattığı eşitsizlik ve düzensizlik üzerine yalnızca gözlemci pozisyonunda kalıp, (henüz) fikir üretip eyleme geçemediğimiz gerçeğiyle ucu açık bırakılmış. 

Kurgusal gerçeklektikte Marianne karakterinin inşası hem denek hem deneyi yapan olarak kurulurken; gerçekliğimizdeki karşılığı Fransa’daki entelektüel yazar ve sanatçı çevresinin bir stereotipi olarak (hatta belki de kitap yazarının ve filmin yönetmenin yaptığı) özeleştiri üzerinden kuruluyor demek yanlış olmayacaktır. Film, bahsedilen ‘etik soru’ndan çok daha fazlasını; görünmeyeni görünür kılma da ki erdemin eşitsizliğini bu eşitsizlikten doğan kibri ve bu kibrin nasıl aşılacağı hususunda düşünmeye sevk ediyor bizi. 

Büyük olasılıkla Marianne’nin kitabı çok satılanlar arasına girecek, orta ve üst sınıf temizlik çalışanlarına karşı empati ve hassasiyet geliştirecek kimbilir belki daha “anlayışlı” ve “duyarlı” olacak ama bu iki dünya arasında oluşan uçurum nasıl kapanacak? Chrystele gibiler göçmen işçiler gençlik ve bilumum azınlık uçurumdan düşerek gözden kaybolmaya devam mı edecek?

Küreselleşen dünya dertlerini devletlerin koyduğu sınırlarla ve tarihi geçmiş siyaset ajandalarıyla çözmek pek de mümkün durmuyor. İçine kendimi de içtenlikle katarak yazmaya çalıştığım bir film eleştirisi yazısında reform ve devrim çağrısı yapacak değilim elbette. Ama şunu söylemekten beis duymuyorum; bugün ve bugünün düzeniyle etiği, etiğin altında yatan dinamikleri, kadim hayatta kalma çabasını ve insanın tabiatı gereği aramaktan hiç usanmayacağı anlam ve cevaplar üzerine yeniden düşündüren bir film olarak Between Two Worlds izlenmeye değer bir film.

Paylaş